07.08.2024
Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
ÜÇ MASAL KİTABI, ÜÇ ANALİZ
Hayat da şunu fark ettim ki insan yaş aldıkça ileriye değil geriye bakmaya başlıyor. Hem de çok çok geriye. Bundan sonra, bizim için gelecek acaba gelecek mi, o gelecekte acaba bizim yerimiz olacak mı bilmiyoruz ama geçmişi yaşadık, geçmişte bir yerimiz olduğunu biliyoruz. Geçmişe ait en özel, en güzel zamanlarımız çocukluk yıllarımıza ait. Etrafım dan gözlemlediğim kadarıyla çocukluk yılları bu dünya da her insan için en çok özlemi çekilen yıllar.
Ziya Osman Saba, İstanbul şehrinde ah beş yaşım, on beş yaşım derken o yılların çok uzaklarda kaldığını ne yaparsa yapsın bir daha o yıllara dönmesinin asla mümkün olmadığını hepimiz gibi çok iyi biliyor ama yine de o özleme engel olamıyor.
Bütün bunları düşünürken birden içimden o yıllarda okuduğum kitapları okuma isteği uyandı. Bunlar içinde roman ve hikayeler olduğu gibi o yıllarda okuduğum masallarda var. Acaba o yıllarda okuduğum masallar şimdi de aynı zevki verecek mi? Okuma yazmaya başladığım andan itibaren aldığım kitapların büyük bir kısmını sakladım. O kitaplar kütüphanemin en üst kısmında yerini alıyor.
İşte bu kitaplardan birini aldım. İnkilap ve Aka kitapevlerinin Yaşayan Ünlü Masallar serisinden Türk Masalları; Yılan Peri isimli kitap. Yazar; İgnacz Kunos Derleyen; Gani Yener. Yaptığım araştırmaya göre yazar Yahudi asıllı Macar Türkolog. 1860 da doğmuş 1945 de ölmüş. Tabii bu bilgileri o zaman bilmiyordum.
Kitabın kapağını açtım okumaya başladım. Her klasik Türk masalında olduğu gibi bu masal da bir varmış bir yokmuş diye başlıyor.
Hasta yatağında öleceğini hisseden bir odun yarıcısının oğluna vasiyeti ile devam ediyor. Baba oğluna ben ölünce sen benim her gün gittiğim ormana git, odununu kes ama oradaki filanca ağaca sakın dokunma der. Birkaç gün sonra da baba ölür.
Oğlan her gün babasının söylediği ormana gider odununu keser ama gözü babasının kesme dediği ağaca ilişir. Babası kesme dediği halde içinden o ağacı kesmek gelir. Ağaca doğru yürüdükçe ağaç ondan uzaklaşır. Bu durum akşama kadar devam eder.
Acaba burada kesilmemesi istenen ağaç gargat ağacı mı diye kendimi düşünmekten alıkoyamadım.
Gözüne başka bir ağaç ilişir aşağıda merkebini bırakıp ağaca çıkar ve geceyi ağaçta geçirir. Sabah ağaçtan inince bir bakar ki merkebini kurtlar yemiş, kemikler öylece kalmış.
İşte masal da insanın içini ürperten ilk sahne, merkebin kurtlar tarafından yenmesi.
Oğlan baltasını eline alıp yine kaçan o ağacın peşine düşer ağaç gider o gider. Üçüncü gün bir bakar ki koca bir fil ile bir yılan kavga ediyor. Kavga sonunda yılan fili yutuyor.
Kitaptaki şu cümle dikkatimi çekti. Yalan, fili yuttu bir yalan. Ben genelde hep o yalan, bu yolan diyen insanlar için espri olsun diye o yalan, bu yalan fili yuttu bir yalan o da mı yalan cümlesini söylerdim. Demek ki farkında olmadan bu cümle bu kitaptan aklımda kalmış.
Zor durumda kalan fil ve yılan oduncunun oğlundan yardım ister. Yılan şu filin dişini kırıp beni kurtarırsan sana istediğin iyiliği yaparım derken fil de eğer şu yılanı öldürürsen sana bir iyilik yaparım der. Çocuk ise filin dişini kırıp yılanı kurtarmanın kolay olacağını düşünerek filin dişini kırar.
Çocukla yılan arkadaş olup yola düşerler. Yılan çocuğu bir havuz başına götürür. Çocuğa;
‘’Sen burada dur, ben havuza gireceğim. Ben havuza girince ortalık kararacak, fırtına toz dumana karışacak. Dolu yağmaya dağlar birbiriyle vuruşmaya, gök gürlemeye ortalık birbirine girmeye başlayacak.’’
Yazarın bu şekilde anlatımıyla yani kıyamet kopacak.
Bu arada hiç korkma, sen burada dur diye de tembihte bulunur. Dediği gibi olur, çocuğun aklı başından gider.
Bu korkunç andan kitapta gayet normal bir an gibi anlatılması ilginç.
Sonun da yılan insan kıyafetinde ortaya çıkar. Çocukla beraber yola koyulurlar.
Az giderler, çok giderler…
Yazar bundan sonra yılandan Yılanoğlu diye bahseder.
Yılanoğlu çocuğu alır annesinin evine götürür. Annem bana senin kim olduğunu sorunca hayatımı kurtaran kimsedir diyeceğim. Annem sana otur deyince oturmazsın, kahve getirince içmezsin. İstediğin bir şey yok mu deyince dolaptaki ayna parçasını isterim dersin. Tıpkı dediği gibi olur. Anne başta aynayı vermek istemez ama oğlunun ısrarı üzerine aynayı çocuğa verir.
Çocuk aynayı alıp yola devam eder. Aynayı evirip çevirir acaba bu aynayı bana ne diye verdiler. Tam o anda karşısına bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir Arap çıkar.
Türk masallarında Arapların bu şekilde tasvir edilmesi gerçekten ilginç. Bana göre masallarımızdaki bu tür tasvirler bizden olmayanların bizim masallarımıza soktukları ırkçı tasvirler.
Arap’ı görür görmez çocuk korkudan titremeye başlar. Arap
‘’Emret sultanım’’ der. Çocuk bana yemek getir deyince Arap mükellef bir sofra kurar. Sonra çocuk ‘’Şurada bir saray istiyorum’’ der. Bir de bakar ki tam dediği yer de bir saray kurulmuş. Saray padişahların ki kadar güzel olmayınca ‘’Saray yıkılsın’’ der. Saray yıkılıp, yok olur.
Oduncunun oğlu bu olanlara çok sevinir. Bu Arap’a istediğimi yaptırabilirim diye düşünür ve Arap dan yine bir saray ve padişahın kızını ister. Arap derhal onun istediklerini yerine getirir.
Padişah sabahleyin kalkıp kızını bulamayınca ülkenin her tarafını aratır ama kızını bir türlü bulamaz. Bir kocakarı gelip padişaha;
‘’Ben kızınızı bulurum ama içi teneke kaplı büyükçe bir sandık yaptırın, içine birkaç günlük yiyecek koyup beni de sandığın içine kapatıp denize salın’’ der.
Bu sandığa konup suya salınma işi bana Hz. Musa’nın annesi tarafından Hz.Musa’yı Firavun dan korunma amaçlı suya bırakılmasını hatırlattı.
Kocakarı birkaç günlük yemeğini yanına alıp sandığa girer dalgaların üstünde ine kalka oğlanın olduğu yere varır. Deniz kıyısında balık tutan köylüler tarafından fark edilir.
Tıpkı bebek Hz.Musa’nın içinde bulunduğu sandığın dalgalarla Firavun’un sarayına doğru sürüklenip suda yıkanan Firavun’un cariyeler tarafından fark edilmesi gibi.
Köylüler sandığı denizden alıp içini açıp bakarlar ki bir kocakarı. Kim olduğunu nereden geldiğini sorarlar. Kocakarı da bu işi ona düşmanlarının yaptığını kendisini buranın ağası kimse onun yanına götürmelerini söyler. Belki acıyıp kendisini yanına alabileceğini söyleyince kadını Oduncunun oğlunun sarayına götürürler.
Yine tıpkı bebek Hz. Musa’nın cariyeler tarafından Firavun’un sarayına götürüldüğü gibi.
Kadın ona inanan padişahın kızının yardımıyla sarayın bir odasına yerleşir. Bakar ki sarayda hiçbir hizmetli, aşçı olmadan yemekler geliyor. Bu durumu merak eder kızın ağzını aramaya çalışır burada tek başına canının sıkılıp sıkılmadığını, isterse yanına gelip onu eğlendirebileceğini söyler.
Kız oğlandan izin alıp onun yanına gelmesini sağlar. Yaşlı kadın ağız aramaya devam eder, nihayetinde bu işin sırrının bir ayna olduğunu öğrenir. Aynanın yerini öğrenip içinden çıkan Arap’a kızı babasının sarayına götürüp, oğlanın sarayını da kül ederek oğlana ve kedisine de pis bir tasın içinde birazcık yemek bırakmasını söyler. Arap istekleri yerine getirir.
Çocuk, kedisini de alıp beraber kızı bulma umuduyla memleketine doğru yola çıkar. Saraya gelince aşçıbaşından yamak olarak iş ister. Aşçı onu yamak olarak işe alır. Aşçı bir gün hastalanır. Çocuk
‘’Usta sen bana tarif et yemeği ben yapayım’’ der.
Oğlan yemeği yapar kızın yemeğini pis tasa koyup gönderir. Kız oğlanın burada olduğunu anlar.
Evet, masal bu şekilde devam ediyor.
Elimde aynı yazarın ikinci bir kitabı daha bulunuyor. Yılan Peri den sonra adı Rüzgar Dev olan bu kitabı da okumaya başladım.
Yazar kitaba yine bir varmış bir yokmuş diye başlayıp tekerlemelerle devam ediyor.
Bir padişah varmış. Üç kız, üç oğul sahibiymiş. Günlerden bir gün padişah hastalanmış. Hekim, hoca getirmişler. Bir türlü iyi olmamış. Öleceğini anlayınca da oğullarını çağırıp onlara
‘’Ben öldüğümde benim mezarımı üç gece her kim bekleyip düşmanımı öldürürse tahtıma o geçsin. Kızlarımı da her kim isterse ona verin’’ der.
Masalın bundan sonrası adeta bir korku kitabı gibi.
Birkaç gün sonra padişah ölür, gömerler. Önce büyük oğlan mezarda gece yarısına kadar oturur, dua eder ama bir ses duyunca mezarlıktan korkup kaçar. Ortanca oğlanda aynı durumda kaçar. Sıra küçük oğluna gelir. Küçük oğlan hançeri ile mezarlığa gider. Mezarlıkta otururken ortalığı titreten bir ses duyar sesin geldiği yere gider bir bakar ki bir ejderha, hançeri ile ejderhayı öldürür.
Yazar çocuklar için yazıldığı iddia edilen bir masal kitabını, bundan sonra ki anlattıkları ile bir korku kitabı haline getirmiş.
Ejderhanın ağzını, burnunu, kulağını kesmek için gece olduğundan mum aramaya başlar. Uzaktan bir mum ışığı görür. Işığın olduğu yere doğru gider bir de bakar orada yaşlı bir adam oturuyor, adamın elinde iki yumak biri siyah, biri beyaz. Siyahı topluyor, beyazı salıyor.
Yani geceyi topluyor, gündüzü açıyor.
Küçük oğlan benim işim pek çoktur deyip yaşlı adamın kollarını bağlar. Doğru ışığa doğru gidip yoluna devam eder. Gide, gide bir kale dibine gelir. Orada kırk kişi duruyordu. Kim olduklarını sorunca onlar da,
‘’Biz hırsısız. Şu kalenin üzerine çıkacağız ama bir türlü yol bulamıyoruz’’ derler.
Oğlan;
‘’ Ben sizi çıkarırım ama bana bir ışık vereceksiniz’’ der. Onlar kabul edince bir küfe çivi isteyip gelen çivileri duvara mıhlaya mıhlaya kalenin üstüne çıkar. Sonra onlara,
‘’ Benim çıktığım gibi sizde birer birer yukarı çıkın’’ der. Onlar da birer birer yukarı çıkarlar. Bu arada oğlan yukarı çıkanın kafasını kesip öbür tarafa atarmış. Böylece bunların kırkını da bu şekilde öldürür.
İşi bitip kalenin öbür tarafına indiğinde büyük bir sarayla karşılaşır. Kapıyı açıp içeri girdiğinde merdiven başındaki taş direğe bir yılanın sarılıp çıktığını görür. Hançerini çıkarıp taşa sapladığında yılan iki parçaya ayrılır. Hançer ise taşta kalır.
Oğlan yukarı çıkar. Bir kapı açar, bakar ki bir oda. Yatakta güzel bir kız yatıyor. Kapıyı kapar, üstte ki odayı açar. Orada da güzel bir kız yatıyor. Onu da kapayıp bir üst odaya çıkar. Ora da yatan güzel mi güzel kıza aşık olur ama o kapıyı da kapayıp dışarı çıkar, kalenin üstüne gelir. Çivileri çıkara çıkara kaleden aşağı iner.
Yola koyularak doğruca kollarını bağladığı adamın yanına gelir. Adam;
‘’Aman oğul nerede kaldın? Herkesin uyumaktan yanları ağrıdı’’ deyince oğlan adamın kollarını çözer, ejderhayı kestiği yere gelir. Ejderhanın burnunu kulağını kesip çantasına kor, oradan saraya gelir. Bir bakar ki büyük kardeşleri tahta oturmuşlar. Hiç sesini çıkartmaz.
Birkaç gün sonra bir aslan gelir, padişahın karşısına çıkar. Padişah ne istediğini sorunca büyük kız kardeşini istediğini söyler.
Padişah ben hayvana kardeşimi vermem deyince küçük oğlan padişaha babasının vasiyetini hatırlatıp büyük kız kardeşini aslana verir. Ertesi gün kaplan gelir ortanca kız kardeşi ister, ortanca kız kardeş de kaplana verilir. Ertesi gün bir kuş gelir küçük kardeşi ister. Yine padişah vermek istemese de küçük kardeş kuşa kardeşini verir. Kuş aslında Zümrüdüanka kuşudur.
Benim burada dikkatimi çeken masal da bir insanla bir hayvanın evliliği. Araştırdığımızda bu tür evliliklerin Şamanizm’in etkisi altındaki Sibirya Türk masallarında geçmekte olduğunu görüyoruz ama bir masal da bu durumun geçmesi ne kadar doğru bunu bir durup düşünmek lazım.
Ünlü Macar halk bilimci Vilmos Dioszei’ye göre Şamanizm ahlaki yasalardan yoksun bir inanç sistemidir. Fuad Köprülü de Şamanizm’i büyücülüğün bir türü olarak tanımlamaktadır.
Bu sırada küçük oğlanın hırsızları ve yılanı öldürdüğü sarayın padişahı sabah olunca kalktığında saraya bir insanın girdiğini anlar. Sonra merdiven başındaki yılan ve kale dibindeki kırk adamın ölüsü ile karşılaşır.
Padişah benim sarayıma giren düşman değil, dost imiş, o olmasa bu kırk kişi sarayımı soyacaklarmış derken küçük oğlanın duvarda kalan hançerini alıp onu bulmanın yollarını aramaya başlar.
Vezirine;
Bir hamam yaptıralım. Herkes gelip bu hamamda parasız yıkansın. Gelen herkesi arayın. Hançerin kını kimde çıkarsa sarayıma gelip kırk kişiyi kesen odur.
Hemen hamam yaptırılır. İşiten hamama gelir, gelmeyin kalmaz.
Vezir, padişaha,
Şahım hamama gelmeyen filan padişahın üç oğlu vardır deyince padişah haber gönderir. Onlarda hamama gelirler. Bunların elbiseleri aranır. Hançerin kını küçük oğlanın üzerinde bulunur.
Padişah hemen oğlanı çağırır
