Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
banner
banner
banner
HOŞ GELDİNİZ!

Yazar, Seyyah Leyla Kent, Leyla Kent

Aşağı Kaydır
Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
Kitap Yazarı
  • Email:
    kentleyla@yahoo.com
  • Adres:
    İstanbul / Maltepe

08.06.2025

Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent

REHİN ALINMIŞ BİR BATI

 

Rehin alınmış bir batı, Çek yazar Milan Kundera’nın 1967 Prag baharının ortasında Çek yazarlar birliğinin kongresinde verdiği bir konferansla, 1983 yılında yayımladığı bir makalesinden oluşmuş.

Pekiyi Prag baharı nedir, Prag baharında neler olmuştu?  Çekoslovakya’ da 5 ocak 1968 de Alexander Dubcek’in iktidara gelmesiyle başlayan liberalleşme harekatının 20-21 Ağustos gecesi Sovyetler Birliği ve Romanya hariç Varşova paktı ülkelerinin ülkeyi işgal etmesiyle sona ermiş bir dönemdir.

Çekoslovakya II. Dünya savaşı sırasında 1938 den 1945 yılına kadar Almanya’nın işgali altındayken 1948 den 1989 yılına kadar da Sovyetler Birliğinin işgali altında kalmıştır.

1960ların başında Çekoslovakya ekonomisi çıkmaza girince 1968 yılında başa gelen Dubcek ülkede  her alanda liberalleşme ve demokratikleşme  hareketleri başlattı. Bu durumun diğer Varşova paktı ülkelerine de sirayet etmesinden korkan Sovyetler Birliği 21 Ağustosta Çekoslovakya’yı işgal etti. Prag da halk tankların ilerleyişini engellemeye çalıştı ama başarılı olamadı. Çatışmalarda 72 Çekoslovakya’lı hayatını kaybederken yüzlercesi de yaralandı. Dubcek tutuklandı ve 1970 de Ankara’ya büyükelçi olarak sürüldü. Ankara-Çankaya’da adının verildiği bir cadde bulunmaktadır.

Sovyet işgali sırasında Milan Kundera dahil yüzlerce aydın ve sanatçı ruhsal ve fiziksel işkencelere uğramış, Milan Kundera’nın bu süreçte kitapları yasaklanmış, Çekoslovakya’dan ayrılıp Fransa’ya yerleşmek zorunda kalmıştır.

Aslında ülkede 1960lardan itibaren her alanda ideolojik rejimin baskısından kurtulma hareketi ile Çek kültürü altın çağını yaşamaya başlamıştı.

1967 Haziran’ında bu durumu bir tehlike olan gören iktidarla, yazarlar birliği kongresi arasında bir güç savaşı başlar. Kongreye  Milan Kundera, Pavel Kokohut, Prochazka, Lustig  Ludvik Vaculik gibi yazarlar katılmıştı. Burada dikkatimi çeken yazar Pavel Kohout’un Altı Gün Savaşı sırasında İsrail karşıtı politika takip eden Sovyetleri eleştirmesi. Çekoslovakya’nın Sovyetler tarafından işgal altında olması Sovyetlerin İsrail konusunda hata yaptığını göstermez. Sapla saman karıştırılmaması gerekir.

Kongre de önemli bir noktada Rus yazarı Soljenitsin’in Sovyet yazarlar kongresine gönderdiği ülkesinde çağdışı sansür uygulamasını eleştiren açık mektubu Prag da ki kongrede de okunur. Milan Kundera da kongrede sansürü eleştiren bir konuşma yapar. Konuşmasında asıl 1620 yılında yaşanan Beyaz Dağ savaşından bahsetmesidir. Savaş Kutsal Roma imparatorluğu ile Bohemya imparatorluğu arasında geçmiştir. Savaşı imparatorluk kuvvetleri kazanırken Bohemya krallığının isyanı bastırılmıştı. Sonraki iki yüzyıllık sürede bölgede Almanlaştırma süreci başladı. Buna karşı ise Çek milletinin var olma mücadelesi ortaya kondu.

Çek milletinin kaderi üzerine kafa yoran Çek-Alman yazar Hubert Gordon ise Çek dili ve kültürünün canlandırılması için çaba sarfedeceğimize daha gelişmiş Alman kültürüyle kaynaşmak daha mı doğru olur diye düşünce belirtir. Kundera bu düşünceyi tekrar ele alır. Önemli olan Çeklerin, Avrupa kültür ve değerlerine vereceği orijinal katkıdır. Bu kültürel atılımın şartı özgürlüktür. Bunu yaparken Çekler gibi küçük milletlerin yutulma riski taşımalarıdır.

Bir avuç entelektüel, 19.yy da nerdeyse unutulmuş Çekçeyi,  bir nesil sonrada tükenmiş Çek halkını yeniden ayağa kaldırmak için çalışmalar başlatmışlardı. Almanlaşma yani daha büyük bir ulusa mensup olma çocuklarına daha fazla fırsatlar sunup Çeklerin hayatlarında kolaylıklar sağlayabilir diye düşünmek gerçekten ilginç. Çekler Batı Slav halkı iken sadece menfaatleri gereği Almanlaşmayı düşünmeleri nasıl olur diye düşünmekten insan kendini alıkoyamıyor.

Kongre de Yazar Kollar, vasat ve cılız halkların sadece hayatta kalmak için yaptıkları mücadele için ne büyür ne de tomurcuklanır, yalnızca ot gibi biterler, ağaç değil sadece çalı çırpı verirler sözleri ikinci ilginç yaklaşım.

1886 da ise Hubert Gordon Schauer de emekleme aşamasındaki Çek kültürünü daha gelişmiş bir kültüre sahip daha büyük bir ulusla birleştirmiş olsaydık insanlığa daha büyük bir katkıda bulunmaz mıydık? Halkımızı yeniden canlandırmak için harcadığımız tüm çabalara değer mi? Halkımızın kültürel değeri tek başına onu gelecekte egemenliğini kaybetme riskine karşı korumaya yeter mi?

Çek taşralılığı bu düşünce şeklini ulusa yönelik bir saldırı olarak görüp Schauer’i o ulustan dışlamaya karar verdi. Kitapta, aslında Schauer’in yaptığı olmak ya da olmamak ikilemini en uç noktaya taşımaktı denerek bu düşünce şekline hak veriliyor.

Buna da diğer aydınların yazdıklarıyla örnek veriliyor.

Frantisek Palacky, ‘’Eğer ulusun ruhunu komşularımızın yürüttüklerinden daha yüksek seviyeye çıkaramazsak varlığımızı güvence altına alamayız’’

Jan Neruda ‘’Ulusumuzun sadece saygınlığını değil, bizzat hayatta kalmasını sağlayabilmek için onu dünyanın bilinç ve eğitim düzeyine yükseltmeliyiz.

Son iki aydın söylediklerinde haklılar.

19.yy Çek ulusal dirilişinde önemli bir etkisi olan Comenius Çekler için bir kahramandır. Bu tarihlerde Çek kültürü özgün niteliklerini koruyarak Avrupa seviyesine erişmiştir. Henüz emekleme çağındaki Çek edebiyatı önce işgal sonra da Stalinizm tarafından çeyrek yüzyıl kesintiye uğramış bu da Çek kültürü tam bir trajedi olmuştur. Sonraki birkaç yıl yapılan çalışmalarla Çek kültürü bir ivme kazanmıştır ama zamanımız da büyük dünya dillerinin rolü artarken küçük dillerin ağırlığı azalıyor. Bu durumdan şikayetçi olan bir millet daha var oda Belçikalı Flamanlar, İngilizceyi ana dillerine tercih etmeye başlamışlardır.

Çek edebiyatı aristokratik değildir, geniş halk tabakasıyla ilişkili bir halk edebiyatıdır. Sağlam arka planı varken güçsüzlüğü ise özgürleşmedeki yetersizliği, kaygısızlığı, kültür eksikliğidir derken bir yandan da Çek aydınlarının, sanatçılarının Avrupalı kimliğinden, düşüncesinden uzaklaşma korkusu taşımaları hatta bu konuda paniğe kapılmaları nasıl bir düşünce şeklidir.

Yazar kitapta Sedmikrasky (Papatyalar) adlı 1966 yapımı bir Çek filmden bahsediyor. Film iki genç kızın hikayesini anlatıyor. Yazarın film için muhteşem bayağılıktaki iki genç kızın hikayesi demesi daha ilginç. Filmle ilgili küçük bir araştırma yaptım. Film 1966 da Çekoslovakya da yasaklanmış feminist, avangart (sanat alanındaki yenilikçi hareketler) bir film. Dünyanın giderek kötüleştiğini düşünen iki genç kız kötülük yapmaya karar veriyorlar. Film anarşist özellikler taşıyor. Filmi kimileri sıra dışı diye beğenirken kimileri de eleştiriyor hatta saçma buluyorlar. Filmde nihilizm (hiçlik) ve Dadaizm (geleneksel sanat akımına karşı bağımsız sanat akımı) etkileri görülüyor. Birbirinden ilgisiz sahnelerden oluşmuş. Fikirler sembollerle anlatılmaya çalışılmış. Film hem kapitalist, hem de sosyalist fikirlere karşı çıkan her türlü otoriteye karşı çıkarak anarşizmi savunmakta.

Yazar bu filmden bahsederken filmin içeriğinin tam olarak ne olduğu anlaşılmadan yasaklanmasını, bir tür vandalizm olarak görülmektedir.

Yazar bir söyleşisinde Ruslara en az muhalefet eden Çek komünist partisiydi ama Çeklerin Ruslardan nefret etmesine 1968 deki işgal sebep oldu demiştir.

1979 yılında Çek vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra 1981 de Fransız vatandaşlığına geçen Kundera ancak 90 yaşında 2019 yılında tekrar Çek vatandaşlığına dönebilmiştir. Çek vatandaşlığı iade edilene kadar çeşitli tarihlerde tebdili kıyafet ile ülkesine girdiği söylenmektedir.

Batı, Orta Avrupa (Polonya, Macaristan, Çekoslovakya) kültürünü Doğu Blokunun bir parçası görürken yazar Kundera ise Orta Avrupa kültürünü tamamen Batı kültürüne ait görüyor. Avrupa birliği için zihinler Orta Avrupa ülkelerinin de Batının bir parçası olduğuna hazırlanmalıdır demektedir.

                                Rehin Alınmış Bir Batı ya da Orta Avrupa’nın Trajedisi

Kitap da bu bölüme 1956 Eylül ayında Budapeşte’ye yapılan Rus saldırısından bahsederek başlanıyor. O sabah Macar basın ajansı müdürü dünyaya şu mesajı veriyor.

‘’Bizler Macaristan ve Avrupa uğruna can vermekteyiz.’’

Avrupa nasıl tehlike altında olabilir? Rus tankları Macaristan sınırını mı aşacaktı? Yazar burada hayır diyor. Bizzat hedef alınan Macaristan nezdinde Avrupa’dır. Macaristan, Avrupa olarak kalmak için bu uğurda ölmeye hazırdı.

Fransa ve Amerika da mesele Macaristan ve Avrupa meselesi değil bir siyasi rejim meselesi olarak görülmeye alışılmış. Mesela Soljenitsin Komünist baskıyı kınarken, Avrupa’nın uğruna ölünecek bir değer olmadığını iddia etmektedir. Vatanı ve Avrupa uğruna Moskova da can vermek akla gelmez ama Budapeşte ve Varşova da akla gelir.

Budapeşte, Prag ve Varşova da ki ulusların kökleri Roma Hıristiyanlığına dayanmaktadır. Macaristan, Avrupa dan çıkarsa kendi benliğini kaybeder deniyor ama Macarlar Fin-Ugor kavimlerinden biri olarak nasıl Batılıdır? Sadece Hıristiyan olması, Batılı olması için yeterli mi?

Yazar, coğrafi Avrupa Atlas okyanusundan Ural dağlarına uzanırken batısı eski Roma ve Katolik kilisesine bağlı (özelliği Latin harflerini kullanması), doğusu ise Bizans ve Ortodoks kilisesine bağlı (özelliği Kril alfabesini kullanması) ayrım yapmaktadır. 1945 den sonra aslında batılı olan Macar, Çek ve Polonyalı uluslar bir sabah uyandıklarında kendilerini doğu da buldular diye bir sonuca varıyor.

(Biz ise Batı kilisesinin özelliği olan Latin alfabesini kullanıyorken, Türki cumhuriyetler ise Doğu kilisesinin özelliği olan Kril alfabesini kullanıyor. İlginç değil mi?)

Bu durum Avrupa da bir karmaşaya sebep olurken nihayetinde 1956 da Macar ayaklanması ve kanlı katliam, 1968 de Prag baharı ve Çekoslovakya’nın işgali ve de 1956, 1968, 1970 yıllarında Polonya ayaklanmaları yaşandı.

Rusya’nın desteği olmasa oradaki rejimler üç saatten fazla dayanamazdı, halkın tamamı tarafından desteklenen bu ayaklanmalar Rusya da düşünülemez, Ortodoks Bulgaristan içinde düşünülemez. Çünkü Bulgaristan başından beri Doğu uygarlığının bir parçasıdır diye bir tespitte bulunuyor.

Benim de bu durum aklıma ABD tarafından desteklenmese Gazze de yaşananlara tepkisiz kalan Arap ülkelerinde ki rejimleri getiriyor.

Bir ülkenin kültürü dışardan gelen bir baskıyla tehdit altındayken tıpkı Macaristan da olduğu gibi. Aydınlar birleşip eleştirel düşünce akımı başlatarak 1956 da ki ayaklanmaya vesile olmuşlardır. Bu Prag baharına, Polonya da ki ünlü öğrenci ayaklanmalarına öncülük etti.

Bazıları kültürü aydınlara ait olarak görmekte ise de Polonya da ki ayaklanmalar da halk da kültürünü tehlikede gördüğü için ayaklanmaya destek vermiştir.

Milletleri özlerinden yoksun bırakan komünizmdir. Rus dili imparatorluktaki öteki milletlerin dillerini boğmaya çalıştı ama bunun sebebi Rusların diğerlerini Ruslaştırma isteği değil devletin bir arada tutmak için buna mecburdu diyor.

Evet bu taktiği Türki cumhuriyetlerde de uyguladı. Yazar kitapta sürekli bu duruma maruz kalan sanki sadece Macar, Çek, Polonyalılar gibi algı yapıyor ama Türklerde bu durumdan nasibini aldı. Hakimiyeti altındaki Türkleri Azeri, Özbek, Türkmen, Kırgız diye isimlendirerek birbirlerine yabancılaştırdı. Eğitimde nerdeyse Türkçeden önce Rusçayı öne çıkararak, Türkçe konuşanların birbirini anlayamamalarına sebep oldu.

1848 yılında Çek tarihçi Palacky gücünü artıran Rusya evrensel monarşi olmaya soyunup Avrupa’yı tehdit eder duruma gelmiştir diye uyarıda bulunmuş bu güce ancak Alman Habsburg imparatorluğu karşı koyabilir diyerek Orta Avrupa bu imparatorluğun kanatları altına girmesi gerekir diye düşüncelerini belirtmektedir.

Polonyalı Leszek Kolakowski şöyle demektedir ‘’ Sovyetler Birliğinin baskıcı karakteri konusunda Soljenitsin ile aynı fikirdeyim ama Soljenitsin’inin idealize ettiği çarlık Rusya’sını da kabul etmem mümkün değil’’

Sonun da yazar Batı ile Rusya karşıtlığını fazlasıyla irdelediğine karar verip evet Avrupa da batı-doğu karşıtlığı var ama Avrupa’nın her şeye rağmen temelleri Eski Yunan-Hıristiyan-Yahudi düşüncesine dayanıyor diye bir çıkarsama yapıyor. Köklerimiz bizi Rusya da buluşturuyor, aslında komünizm Rusya da batı karşıtlığını alevlendirdi, Rusya’yı batıdan kopardı diyor ama yazarın, herhalde batı karşıtlığı ifadelerle dolu çarlık Rusya’sın da yaşamış Dostoyevski’nin Batı Batı Dedikleri kitabından haberi yok diyeceğim ama diğer paragrafta Czeslaw Milosz Öteki Avrupa kitabında 16. Ve 17.yy da Moskovalılar Lehler için ‘’ uzak sınırlarda savaştıkları barbarlar’’ olarak görürdü diye tezat bir cümleye yer veriyor.

Bir sonraki paragrafta da Rus edebiyatı beni korkutmuştur. Çarlık Rusya’sı zamanının önemli yazarlarından Gogol’un bazı hikayeleri Saltıkov Şçedrin’in yazdığı her şey beni dehşete düşürür, keşke onları dünyasını hiç tanımasam, böyle bir dünyanın varlığından bile haber olmasa diyerek bence abartılı bir ifade kullanmaktadır. Gogol kitaplarını okumuş biri olarak soruyorum insana dehşete düşüren bu kitaplarda ne olabilir? Kundera neden dehşete sebep olan bu ifadelerden bahsetmemekte?

Kitapta, Lehlerin, Çeklerin ve Macarlar bir yandan Almanlar, bir yandan Ruslar tarafından sıkıştırılan milletler olarak hayatta kalmak ve dillerini korumaktan bitap düşmüşler ama Avusturya İmparatorluğu olarak büyük bir fırsat yakalamışken eşit milletlerden oluşan federal bir devlet kurmayı başaramamışlardır demekte. Bu başarısızlık Avrupa’nın felaketi olmuş, I. Dünya savaşından sonra küçük ve savunmasız devletler oluşmuştur diye düşüncesini belirtmektedir.

Yazar burada Çek yazar Karel Havlicek’in bir sözünden bahsetmekte ‘’Ruslar, Rus olan her şeye Slav demeyi severler ki sonra da dönüp Slav olan her şeye Rus diyebilsinler’’ diye yazmakta. Bu gerçekçilikten uzak bir yaklaşımdır zira Çekler bin yıllık tarihlerinde Rusya ile hiçbir doğrudan temasları olmamıştır, dilsel akrabalığına rağmen hiçbir ortak dünyaları, hiçbir ortak tarihleri, hiçbir ortak kültürleri olmamış, Polonyalılar ile Rusların ilişkisi ise ölüm kalım savaşından ibarettir demektedir.

Halbuki pek çok kaynakta Çekler, Polonyalılar Slav ırkından denmektedir. Yazar neye göre Çekler, Polonyalılar Slav ırkından değildir demektedir. Tamam Ruslardan nefret ediyorsun ama bu senin Slav ırkından olma gerçeğini değiştirmez ki.

Gelelim kitabın en önemli bölümlerinden birine. Yazar Orta Avrupa da Çekler, Macarlar gibi küçük milletlerin yanında Yahudiler de vardı. Zaten Orta Avrupa da doğmuş Siyonizm de diğer milletler gibi asimile olmayı reddetti demesine rağmen yazar kitabın başında Almanlaşma’da bir beis görmemişti.

Yine yazarın,Sigmund Freud, Kafka, Joseph Roth gibi bir takım Yahudi isimleri sayıp gerçekten de Yahudi dehası!!! Dünyanın hiçbir yerinde bu denli derin bir iz bırakmamıştı, ulusal çatışmaları aşan bir düzeye yükselen Yahudiler 20.yy da Orta Avrupa’nın temel kozmopolit ve bütünleştirici unsuru, entelektüel çimentosu, ruhunun hülasası, manevi birliğin yaratıcısıydılar. İşte bu yüzden onları seviyorum ve bıraktıkları mirasa kendi kişisel mirasımmış gibi tutku ve özlemle bağlıyım. Benim için onları değerli kılan bir şey daha var. Almanya ve Rusya arasına sıkışan küçük uluslardan biri olan Yahudiler, imparatorluklara ve tarihin yıkıcı ilerleyişine rağmen ayakta kalan yegane küçük ulus deyip methiyeler düzmüş.

Küçük ulusların nihayetinde Orta Avrupa da bir devletleri oldu. Keşke çok methettiğiniz kendi kültürünüzün bir parçası olarak gördüğünüz o küçük ulusa da orada bir toprak parçası verseydiniz de Müslüman kültürü ile ilgili hiçbir ilgisi olmayan bu ulusu Ortadoğu’ya sokmasaydınız diyeceğim ama Ortadoğu’yu karıştırmak, Ortadoğu’yu bir şekilde elinizde tutmak için onları bu bölgeye göndermeniz aslında bir tesadüf değildi.

12 Temmuz 2023 de vefat eden (yani 7 ekim 2023 saldırılarından önce) Milan Kundera’nın  son zamanların da Yahudiler ve İsrail ile ilgili düşünceleri acaba değişmiş midir diye baktığımızda düşüncelerinin değişmediğini görüyoruz. İsrail’in 7 Ekim 2023 öncesi işgalleri karşısında Filistinlilerin acılarına duyarsız kalmıştı. 7 Ekimden sonra İsrail’in Filistinlilere uyguladığı soy kırımı görse farklı davranır mıydı bilmiyoruz.,

Roman yazarlığını öven bazı çevreler Kundera’nın bu duyarsızlığına hoş görmekte. Bana göre Filistin davasına ilgisiz kalan, oradaki insanların acılarını duymamazlıktan, görmemezlikten gelen biri benim için ağzıyla kuş tutsa faydası yok. Sanatçı hassas, empati sahibi olmalı, yoksa istediği kadar orijinaliteye sahip olsun benim için fark etmez.

Yazarın ülkesini işgal eden Ruslara karşı hissettiklerini, kültürümüze darbe yapıldı demesini anlayabiliyorum ama Fransa’ya gidip orada kendi dili ile değil de Fransızca ile eserler vermesini anlayamıyorum. Yani Rusça kötü, Fransızca iyi mi? Rus işgali ile kültürümüze Nazilerden daha fazla katliam yapıldı demesi de ayrı bir garabet.

Kitap, benim fikir dünyamın dışında olan birinin düşüncelerini öğrenmem açısından bir tecrübe oldu.

Copyright www.leylakent.com her hakkı saklıdır.
photo
Bize Yazabilirsiniz
* Lütfen boş alan bırakmayın.