15.02.2025
Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
ÖLÜMSÜZ GÜNLER
Ne okuyum diye elimdeki kitapları karıştırırken bir sahaftan aldığım Erich Maria Remarque’ün Ölümsüz Günler adlı kitabının 1957 baskısı elime geçti. Aynı yazarın yıllar önce Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok Kitabını okumuştum. Kitapta en çok dikkatimi çeken 1.Dünya Savaşından sonra Almanya da yaşanan yüksek enflasyondu. Ölümsüz Günler de aynı şekilde 1.Dünya Savaşından sonra yaşanan yüksek enflasyonla başlıyor. Bir an acaba aynı kitap mı kitabın ismi sonradan mı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok diye değiştirildi diye düşündüm. Kısa bir araştırmadan sonra aynı kitap olmadığını gördüm. Anladığım kadarıyla yazarı 18 yaşında birçok kez yaralandığı 1. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşadıkları derinden etkilemiş yazdıklarında özellikle bu konulara değinmiştir. Hatta savaştan döndükten sonra annesinin ölüm haberini alınca büyük bir üzüntüye kapılmış ona izafeten annesinin ismi Maria’yı ikinci isim olarak kullanmaya başlamıştır. 1931 de İsviçre’ye yerleşen yazarın, 1933 de kitapları Naziler tarafından yakmış ve yasaklamıştı. 1938 de Alman vatandaşlığından çıkarılırken, 1939 da Amerika’ya göç etmiştir. Ne yazık ki Almanya da kalan kız kardeşi Naziler aleyhine propaganda yapmaktan yargılanmış kısa bir süre sonra giyotinle kafası kesilerek idam edilmiştir.
Ölümsüz Günler’in kahramanı, Mezar Malzemeleri imalatçısı Heinrich Kroll ve diğer ortak Georg’un yanında çalışan Ludwigdir. Kitap Ludwig’in ağzından anlatılmış. Ludwig aslında yazarın ta kendisidir. Anti militarist düşüncelere sahip olan, kendi deyimiyle 16 yaşlarında yani genç yaşlarında daha çocukluğunu yaşayamadan I. Dünya savaşına katılmış olan Ludwig savaştan hemen sonra bir köyde öğretmenlik yapmış. Daha sonra da bu işi yapmaya başlamıştı. Doğduğu ve yaşadığı yer olan Werdenbrück, barok mimari tarzındaki eski binalarla dolu küçük bir Alman kasabasıdır. Burada yaşayan pek çok kişi Ludwig ile beraber kitabın diğer kahramanlarıdır.
Kitap I. Bölümün de söylendiği gibi I. Dünya Savaşından sonra 1923 de başlıyor. Savaştan yenik çıkan Almanya da, yenilginin sebebi olarak görülen monarşiye son verilmiş, 1919 dan 1933 de Hitler’in iktidara gelmesine kadar devam edecek olan Weimar Cumhuriyeti kurulmuştu. Kitap bu dönemi kapsamaktadır.
Bu ön bilgilerden sonra, 525 sayfalık kitabın, sayfalarını çevirmeye başlıyoruz.
Size kitapta bana ilginç gelen bölümler ve cümlelerden söz etmek istiyorum.
Ludwig’in deyişiyle savaş sırasında 2 milyon insanını ve savaşı kaybeden Almanya, I. Dünya savaşından sonra çok fakirleşmişti ama işleri yolunda gidenler sadece cenaze levazımatçılarıydı. Çünkü ölümden kaçış yoktu. Savaş yıllarında sadece torbalara konulup gömülen insanlar, savaştan sonra eskisi gibi tabutla gömülmeye başlanınca tekrar tabut imalatçılarına da iş düşmeye başlamıştı.
Savaş sırasında o kadar çok ölümle karşılaşmışlardı ki şiddetli bir savaş karşıtı olan Ludwig iki milyondan insan boşu boşuna can verdiğini biliyoruz ve onları şimdiden unuttuğumuz halde bir tek insanın ölümü bizi altüst ediyor neden diye düşünürken şu sonuca varıyor. Herhalde bir tek insanın ölümü, ölümün ta kendisiyken iki milyon insanın ölümü sadece bir istatistikten ibaretti.
Yazarın dikkat çektiği bir konuda; okulda din derslerinde hep bize Hıristiyanlıktan önceki karanlık iptidai dönemden bahsettiniz ama bugün Hıristiyanlıktan önceki devirlerden ne farkımız var diye bir serzenişte bulunarak bu konuya dikkat çekiyor.
Savaşın ne kadar vahşi bir şey olduğuna dair verdiği örnek de dikkat çekici.
Arkadaşları arasında kaz ciğeri ezmesi ile ilgili bir sohbet geçer. Ludwig asıl kaz ciğeri ezmesini Fransa da yediğini hatta o kadar çok yediği için az kalsın çıkartacağım zamanlar oldu diye anlatırken asıl gerçeği söyleyemeyip saklar. Çünkü o dükkanın sahibi yaşlı kadın kendilerinden daha önce gelen grup tarafından öldürülmüş, başı kesilmiş ve vücudu dükkandaki kancalarından birine asılırken ak saçlı başı da mızrağın ucuna takılmıştı. Ludwig, ciğeri yedikten sonra gördüğü bu korkunç manzara karşısında dayanamayıp yediklerini çıkarmıştı.
Şu anda ise bu insanların en büyük derdi enflasyonun yüksekliğiydi. Hiperenflasyon sonucu, gün içersin de rahatlıkla, dolar otuz üç bin marktan, otuz altı bin marka çıkabiliyor, insanlar günden güne fakirleşiyordu. Bu durumda Ludwig gibi çalışanlar, çalıştıkları firmalardan her gün hatta aynı gün iki defa maaşlarına zam talebinde bulunmak zorunda kalıyorlardı. 25 bölümden meydana gelen kitabın nerdeyse her bölümünde insanlar yıllar boyunca her gün panik halinde 1 doların kaç mark olduğunu takip etmek zorunda kaldılar. Sonunda öyle bir hale geldi ki 1 trilyon mark, 1 dolar oldu. Ve bir gecenin sonunda gazete manşetlerinde enflasyonun sona erdiği, 1 trilyon marktan sıfırlar atılarak yeni markın 1 mark olduğu haberleri verilmesiyle 1930ların başında deflasyonla birlikte Almanya da büyük bir yıkımla birlikte işsizlik, talep de azalma, üretimde ve ücretlerde düşüş başladı. Bu durum Almanları Nazilere yöneltti.
İnsanlar öylesine sıkıntı içerisindedir ki en çok kullanılan kelime ‘’imdat’’ tır. Aslında bütün hayatımız boyunca hafif veya tiz bir sesle daima haykırdığımız kelime bu değil miydi?
Ludwig’in düşüncesine göre din adamları ve generaller toplumun en avantajlı kesimi. Çok uzun yaşamalarının sırrı da kaydı hayat şartıyla birer iş sahibi olmaları, düşünüp kafa yormalarına da gerek yok, birinin elinde din dersleri, ötekinin elinde ordu nizamnamesi bu yüzdende ihtiyarlamıyorlar.
Ben kendi adıma, kendi inancıma göre söylüyorum. Hakkıyla görevini yapanlar için aldıkları sorumluluk çok büyük. Verdikleri her bilgi, aldıkları her karar ile arkasında kitleleri sürüklüyorlar, yanlış verilen bir bilgi, ya da yanlış alınan bir karar hem kendileri hem de peşinden gelenler için geri dönüşü olmayan bir yıkıma sebep olabilir.
Kitapta dikkatimizi çeken diğer bir konu İslamiyet deki Allah tektir, doğurmamış, doğrulmamıştır, hiçbir dengi yoktur, yarattığı hiçbir şeye benzemez, hiçbir şeyde Allah’a benzemez inancı yazarın dahil olduğu Hristiyanlık dahil hiçbir semavi dinde yoktur. İslam harici bütün dinler pagan dinler etkisi altındadır. Bu durum kitapta açıkça görülmektedir.
Savaş karşıtı Ludwig maaşlarının yetersizliği yüzünden gösteri yapan harp malullerinden bahsederken normal zamanda savaşta aldıkları yaraları, olmayan uzuvlarını kapatırken şu anda hepsini açmışlar, ellerindeki pankartlarla ‘’Anavatanımızın bize minnettarlığı bu muydu, biz bunun için mi savaştık, açlıktan ölüyoruz’’ diye serzenişte bulunmalarına hak verirken, savaşın yıkıcılığına dikkat çekiyor.
Bu zamanlarda en rahat durumda olanlar ise harp zenginleri ve karaborsacılardı. Harp malullerinin bu durumu hiç umurlarında değildi. Gösteri sırasında ağzında sigara olan harp zengini bir kişi arabasıyla göstericiler arasından geçemeyince tepki gösterir. Normal de göstericiler ona kızması gerekirken, parasızlık yüzünden uzun zamandır sigara alamayan bu insanların, arabanın yanına gelerek adamın tüttürdüğü sigaranın dumanını mümkün olduğu kadar içlerine çekmeye çalışmaları ne kadar acıklı bir durum. Bu arada dikkati çeken Nasyonal Sosyalist partiye mensup birinin taşıdığı pankartta ‘’ Bize başvurun arkadaşlar! Adolf Hitler size yardım eder’’ yazılı olmasıydı.
Gerçektende markın değeri o kadar düşmüş enflasyon o kadar yükselmişti ki mark değersiz bir kağıt parçasından ibaret olmuştu. İnsanlar sonunda bir kurtacı olarak Nasyonal Sosyalist partiye yönelmeye başlamıştılar.
Ludwig markın değersizliğini ispatlamak istercesine markla sigarasını yakmaktan çekinmiyordu. Bir yıl içinde gerçekleşen bu kadar yüksek enflasyon 1922 yılını aratır hale gelmişti. Hiç kimse yarınından emin değildi. Özellikle mark olarak bankalarda parası olanlar mahvolmuş vaziyetteydi. En iyi durumda olanlar ellerinde yabancı para ve satabilecek malı olanlardı. Ludwig bu işten yeteri kadar para kazanamadığı için ek gelir olarak pazarları akıl hastanesinin küçük kilisesinde ayinlerde org çalmaya giderken yine haftada bir kunduracının çocuklarına, haftada iki defa da kitapçının oğluna piyano dersi veriyordu. Bu işlerle dahi güçlükle geçinebiliyordu. Öyle ki yeni kıyafet alabilecek durumda olmadığı için asker üniformasını sivil kıyafete çevirmişti. Dolar her gün yükselirken, her gece hayatlarının değeri de bir gün kıymetince düşüyordu.
Kitapta dikkatimi çeken bir durum daha var. Türkiye’ye 1970ler de gelen tuvalet kağıtı, o tarihlerde Almanya da kullanılmaktaydı. Fakat bu onların çok temiz oldukları anlamına gelmiyor. Nerdeyse su yerine gece, gündüz sürekli içki içen Alman insanı içkinin dozunu kaçırınca oraya, buraya tuvaletini yapmaktan çekinmiyordu.
Ludwig ve firma ortakları I. Dünya savaşına katılmışlar. Savaşın bütün kötülüğünü, yıkıcılığını yaşamışlar, insanlar olarak aradan yıllar geçmesine rağmen hala etkisindeydiler. Uykularından çığlık atarak uyanıyorlar, hayatı sorguluyorlar, mutsuzlar, depresyondalar, büyük bir boşluk içindeler. Hatta öyle ki insanlarda milliyetçi duyguları canlı tutmak için her ortamda çalınan Alman milli marşını, yazar, Almanya da savaşı kaybettirmiş tam iki milyon insanın ölmesine ve enflasyonun doğmasına sebep olarak görüyordu. Bayrağa karşı bu şekilde davranış böyle düşünen kişilerin toplumda Bolşevik olarak yaftalanmasına sebep oluyordu.
Kitapta dikkatimi çeken bir durumda, bizim mezarlıklarımız ne kadar sade, gösterişsiz ise Hristiyan mezarlıklarının ise o kadar gösterişli olması. Bizde mezar işi ile uğraşan biri en fazla ne iş yapabilir. Mezar taşı ve üzerine ölenin adı, soyadı, doğum ve ölüm tarihi ile sonunda ruhuna fatiha yazısı, bazen de ölümü hatırlatan bir, iki cümle, resim olarak da bir karanfil veya bir gül çizilir. Bir Hristiyan mezar taşı imalatçısının yaptığı işler arasında ise ölenin ekonomik durumuna göre kum taşı, dökme betondan, mermer ya da granitten yapılan taşlar üzerine çini mürekkebi ya da altın varakla yazılacak yazılar, resimler, kabartmaların dizaynı, ölünün içinde gömüleceği tabut, mezar taşlarının etrafındaki heykeller, çiçek tarhları oluşturulması da bulunmaktadır. Bu durum, bizde ki ölüm insanları eşitler düşüncesinin onlarda olmadığının ispatıdır.
Firmanın aslında maddi menfaatlerden dolayı hiç istemediği bir durum ise ölülerin yakılması işlemiydi. Belediyenin ölüleri yakma teşkilatında yakılan ölülerin külleri için kullanılan vazoların imalatı firma için karlı değildi
Almanya da o tarihlerde ölüler rahatlıkla yakılabiliyordu. Halbuki Vatikan 1963 yılında Hristiyanların ölülerini yakmasına izin vermişti ama görünen o ki Almanya bu işi daha önceden başlatmış.
Ludwig kitapta zaman zaman hayatı ve ölümü sorguluyor. Ne diye, ne için yaşıyoruz? Mesela neden insanım da, neden bir kuyruklu yıldız ya da bir solucan değilim.
Kitapçı Arthur’a gidip dini ve felsefi kitaplara bakarak hakikate ulaşma çabası içinde iken bu bölümdeki kitapları uzun, uzun inceler. Dikkatimi çeken bu bölümdeki kitaplardan bahsedilirken İslam dinine ait bir tek eserin bulunmaması. Ludwig burada bulunan kitaplarla hakikate ulaşamayacağına anlayarak kitapçıyı terk eder.
Ludwig ilk ölmüş birini on iki yaşında gördüğünü ama daha sonraki seneler özellikle savaş sırasında pek çok ölü görmesine rağmen yine de ilk gördüğüm ölüyü unutamadım, çünkü insan ilk defa olanları unutamaz diye bir gerçekliği dile getiriyor.
Katolik olan Ludwig’in Katolikliğin, Protestanlığa göre daha üstün olduğunu anlatırken kullandığı kelimeler, yorumlar ise ilginç. Bir savaş abidesinin açılışı sırasında ilk önce iki mezhebin kiliseleri karşılaştırılıyor. Katolik mezhebinin kilisesi parlak renklerle boyanmış, camlar rengarenk iken Protestan kilisesinde ise duvarlar çıplak, camlar alalade. Katolik papazların kıyafetleri brokar ipek kumaştan üzerine dantel tunikken, Protestan papazların kıyafeti ise siyah ceket, pantolon. Ludwig, dış görünüşteki bu farklılığı, Katolik kilisesi ve papazları adına üstünlük olarak görüyor.
Abide açılışında, savaşta ölen iki Yahudi bulunmasına rağmen, Katolik ve Protestan papazların kabul etmemesi üzerine bir haham törenlere katılamaz. İnsanların çoğunluğunun düşüncesi savaş Yahudiler yüzünden kazanılamadı. En sonunda o iki Yahudi’nin isminin en alta yazılmasına razı olurlar. En alta yazılmasını kabul etmelerinin sebebi ise oradan geçen her köpeğin bu isimlerin üzerine işeyecek olmasıdır.
Henry Ford’un Beynelmilel Yahudi kitabına göre, Alman devlet işleri üzerindeki Yahudi etkisi, 1914-1918 savaşı esnasında ortaya çıkmış, 1918-1919 yılları arasında Almanya da Anayasal Monarşiden Parlamenter Demokrasi ye geçiş sırasında gerçekleştirilen devrimin, komünist devrim gerçekleştirmek isteyen radikal solcularla, anti-komünistler arasında bir iç savaşa dönüşmüştür.
Alman iç savaşı sırasında Yahudi tesiri üç başlık altında toplanmıştır.
a. Alman Sosyalizmi maskesi altında gizlenen Bolşevik ruhu
b. Yahudi’nin Basın kontrolü
c. Almanya’da ki yiyecek malzemesinin ve iktisadi mekanizmanın Yahudi kontrolü altına alınması.
Aslında burada amaç Proleterya Diktatörlüğü değil Yahudi Diktatörlüğüdür diye bir sonuca varılmıştır. Fakat bu girişim Almanya da başarılı olamamıştır.
Ludwig ise ihtilalcilerin 1918 de başarısız olmasını onların korkaklıklarına, yardım talep ettikleri güruhun sanayici kapitalistler olmasına bağlamış. Bu arada pek çok ihtilalci idam edilmişti. 1918 de her askerin nefret ettiği savaştan dönen askerler için ilk zamanlarda günlük hayat cennet gibiyken ekonomideki olumsuzluklar yüzünden sıkıntılarla, dertlerle dolu bir hale gelmişti. Fakat zaman geçtikçe savaştan nefret eden kesimin yaşananları unutması tekrar savaşa ulvi bir görünüm atfetmelerine sebep olmuş, sağ salim savaştan kurtulmaları aşırı bir güven sağlamaya başlamıştır. 1918 de barış taraftarı olanlar artık koyu birer milliyetçi kesilmişlerdi. Milliyetçi olmayanlar ise vatan için can verenlerin hatıralarına hürmetsizlikle suçlanıyorlardı. Ludwig şayet ölenlerin şimdi burada olmaları imkanı olsaydı savaş isteyenlere şiddetle karşı çıkacaklarına eminim diye düşüncelerini dile getirirken savaş isteyenlerin rütbe peşinde koştuğunu, insanları bir daha ölüme göndermekten çekinmeyeceklerini söylüyor.
Ludwig’i derinden etkileyen bu ortamda org çaldığı akıl hastanesinin kilisesindeki akıl hastalarının yüzlerinde görünen derin ve sonsuz keder sanki onların bu alem de değil de başka bir alemde bulundukları izlenimini uyandırsa da belki de hiçbir şey düşünmüyorlar, ne savaşı, ne siyaseti ne de enflasyonu diye bir tespitte daha bulunuyor.
Hastalar arasında en dikkatini çeken ise genç ve güzel İsabel idi. İsabel şizofreni hastasıydı. Kişilik bölünmesi yaşıyordu. Ama öylesine akıllıca sorular soruyor, akıllıca cevaplar veriyor ki hem Ludwig’i hem de okuyucuyu şaşırtıyor. Özellikle aynalarla ilgilinin yaptığı söyleşi çok dikkat çekici. Bir an İsabel gerçekten hastamı diye düşünürken, evet aslında o hasta… Ama o hasta ise bizler ondan çok daha hastayız sonucuna varıyor.
Sonunda bu söyleşiler Ludwig’in İsabel’e aşık olmasına yol açar. İsabel de ona karşı bir şeyler hissetmektedir.
İşin en dramatik tarafı yapılan tedaviler sonucu İsabel iyileşince hasta olduğu döneme ait bütün yaşadıklarını, tanıdıklarını ve Ludwig’i tamamen hafızasından siler. Artık o, onun için bir yabancıdır. Hastaneden çıkıp memleketine geri döner.
Ludwig bir bakıma da İsabel’e özeniyor. İsabel belli bir zamanı yaşarken diğer anları unutabiliyordu. Halbuki bizler için yaşadığımız bütün anlar birbirine karışıyordu. Şizofreni hastaları bir kişilikten diğerine şimşek hızı ile geçerken normal görünen insanlarında birçok şahsiyetleri olmasına rağmen onlar şizofreni hastalarından farklı olarak bunu gizleyebiliyorlar. O zaman acaba gerçekte hasta olan kim diye bir çıkarsamada bulunuyor.
Savaş yüzünden yaşanamamış çocukluklar, açlıkla geçen seneler insanların içinde tarifi imkansız acılar bırakırken bu durum aynı zamanda huzursuzluğa da sebep oluyordu. İnsanlar kendilerini olduğundan daha yaşlı hissediyordu. Bizim böyle hissetmemizin bir tek sebebi var, o da savaştır ama olgunlaşmamızı da sağlayan da yine savaştır düşüncesindeydiler.
Kitapta ilginç bir bölüm daha dikkatimizi çekiyor. Bir kadın kocası için mezar taşı seçmek üzere firmaya geliyor. Kocası intihar ettiği için cenazenin kilisenin avlusuna gömülmesine izin verilmediği için çok üzgündür. Ludwig ümitlerini kaybetmedikçe insan hayatına son vermez niye izin vermiyorlar diye serzenişte bulunuyor. Cenaze kutsal kısım denilen kilise toprağına değil onun dışında bir yere mesela şehir mezarlığına gömülecektir. Kadın oraya sadece Katoliklerin değil herkesin gömüldüğünü eşinin çok dindar olduğu için oraya gömülmesini hiç istemediğini söylerken gözleri yaşla dolar.
Ludwig’in cevabı ise; Ben kilise toprağına gömülmemiş on binlerce dindar Katolik biliyorum. Nerede mi? Rusya ve Fransa da harp meydanlarında. O meydanlarda Katoliği, Yahudisi, Protestanı hep bir arada toplu mezara gömüldüler. Allah’ın indinde bu durumun bir önemi olduğunu zannetmiyorum, deyince,
Kadın ama onlar harp meydanında öldüler, benim kocam ise derken ağlamaya başlar. Ludwig teselli etmek için belki son anda pişman olmuştur. Tabii bundan kilisenin haberi olamayacağı için şu anda itiraz ediyor der.
O tarihlerde pek çok insanın intiharına mali problemler sebep oldu. Paranın değerindeki büyük düşüş birçok aileye olumsuzluklar yaşattı, aile düzenini bozdu. Yine o tarihlerde gripten ölüm vakalarında da büyük artışlar vardı. Ludwig burada büyük bir ihtimalle İspanyol gribinden bahsediyor. Gribin bu kadar artmasına sebep olarak da savaş seneleri boyunca çektikleri gıda sıkıntısı ile vücutça zayıf düşmeleri olarak gösteriliyor.
Her gün ki gibi, Ludwig gazetelerden ölüm ilanlarını okurken, tanıdığı birine ait bir ilan dikkatini çekiyor. Çok iyi tanıdığı fırıncı Niebuhr’un ölüm ilanı. İlan Niebuhr’un, müşfik, dürüst, sevilen bir koca ve baba olduğunu gösteriyordu. Halbuki Niebuhr karısını kayışla döven, çocuğuna kızdığında ikinci katın penceresinden atıp kolunun sakat kalmasına sebep olan zalim bir adamdır. Niebuhr ölümle birden ideal bir insana dönüşmüştü. Eşi yaptıklarını unutmuş, fevkalade insan olduğuna dair kendini kandırmış ve bu kendisinin uydurduğu yalana sonunda da kendisi de inanmaya başlamıştı. Bu durumu kendisine hatırlatmaya çalışanlara da fırındaki aşırı sıcak ortamdan dolayı bazen farkında olamadan ne yaptığını bilmiyordu diye kocasını savunmaya geçiyordu.
Almanya da yaşanan bu durum, bana aynıyla Türkiye de de benzer yaşananları hatırlattı. Demek ki kültürler farklı olsa da bazı yaşananlar Dünya’nın her tarafında aynı.
Ludwig arkadaşına bir gün, bir arzunun derhal olacağını bilseydin ne isterdin diye sorar. O da 1000 dolar isterdim deyince ben de seni idealist sanıyordum der. Onun cevabı ise
‘’Evet ben idealist bir insanım. İdealizm bende fazlasıyla var ama asıl benim ihtiyacım olan para demesi, dikkat çekici.
Ludwig parayı ne yapacaksın diye sorduğunda ev alır onun kirasıyla geçinirdim deyince kiralar çok düşük ve artırmak yasak demesi ilginç. Demek ki enflasyonun yüksekliğine karşılık kiraların sabit tutulması ekonomik sistemin gerekliliği diye düşünmeden edemiyoruz.
Deflasyona maruz kalan Almanya da artık hiçbir şey yolunda değildir. Para o kadar değersizleşmiştir ki mallara olan talep artmış, mallar takas aracına dönüşmüştür. Bu arada Almanya yavaş yavaş Nazi yönetiminde II. Dünya savaşına doğru sürüklenmektedir.
Kitabın sondan bir önceki bölümünde Ludwig iki yıldır çalıştığı bu işten artık ayrılmasının zamanı geldiğini düşünerek patronlarının da teşvikiyle Berlin de bir gazetede çalışmak üzere Werdenbrück’den ayrılır.
Kitap, bazı bölümlerdeki gereksiz ayrıntılara rağmen, son bölümü ile okuyucuyu etkisi altına alıyor.
Yazar bundan sonra yaşadıklarına kitapta yer vermemiş. Yaptığım araştırmalarda 1925 yılında Berlin de bir gazetede yazmaya başlayan yazar, 1929 yılında en büyük eseri, onun tanınmasını sağlayan Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabını kaleme alır. Naziler bu kitabı, memleketin şerefine yapılmış bir saldırı olarak görürler. Bunun üzerine Almanya da kalamayacağını anlayan yazar memleketini terk edip İsviçre ye yerleşir. 1938 de Nazi hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarılır. 1939 yılında ise II. Dünya savaşı başlayınca Avrupa’yı terk ederek Amerika’ya yerleşir.
Kitabın son bölümünde bahsedildiği üzere yazar pek çok defa niyet etmesine rağmen Werdenbrück’e bir türlü gidemez. Her seferinde bir şeyler mani olur.
Naziler ve II. Dünya savaşı Almanya’nın üzerine adeta karanlık bir gece gibi çökmüştür. Savaştan önce memleketinden ayrılmak zorunda kalan Ludwig savaş sonunda geri döndüğünde vatanını büyük bir enkaz yığını halinde bulur.
Birçok arkadaşı ya cephede, ya bir hava saldırısında ya da tecrit kamplarında hayatını kaybetmiştir. Savaş sırasında Werdenbrück hava saldırılarıyla öylesine harap olmuştur ki ayakta bir tek sağlam bina kalmamıştır. Eski sokakları, caddeleri ararken hayatının büyük kısmını geçirdiği şehirde kaybolur. Şehir tam anlamıyla bir enkaz yığınıdır. Tanıdığı bir tek insan kalmamıştır. Şehrin eski hali sadece kartpostallarda kalmıştır. Mazi artık kartpostallardan ibarettir.
Şehirde kalan yalnızca şehirden uzakta bulunan akıl hastanesiyle, şehir hastanesidir. Her ikisi de ağzına kadar doludur.
Bu korkunç durum bize şu anda Gazze de yaşananları hatırlatıyor öyle değil mi?
