23.05.2025
Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
İNSANIN DÖRT ZİNDANI
Şu anda İranlı Müslüman, sosyolog Ali Şeriati’nin İnsanın Dört Zindanı kitabını okuyorum.
Kitap, yazarın Abadan Petrol Fakültesinde verdiği konferanslardan oluşmakta.
Yazar, konferanslar da dönüp dolaşıp konuyu insana getiriyor. Çünkü bugün dünyada en büyük sorun insan sorunudur diye devam ediyor. Hayat daha çok aydınlandıkça, daha çok kolaylaştıkça, insan dünyaya daha çok egemen oldukça, insan sorunu daha fazla problem olmaktadır.
Şimdi insan nedir sorusu daha fazla gündeme gelmekte, özellikle batıda insan sorunu daha fazla hissedilmektedir. Günümüzde temel sorun olan insanın mantıklı bir tanımını yapamazsak hiçbir sorunu çözemeyiz.
Bu şuna benzer diyerek bir örnek veriyor. Aşılama, budama gibi en üstün teknikleri bilen ama toplumun hangi meyveye ihtiyaç duyduğunu göz önünde bulundurmayan bir bağcıdan farkımız kalmaz.
Yazar, aşılama, budama gibi en üstün teknikleri bilsek ama diktiğimiz bitkinin türünü düşünmeyip içinde yaşadığımız toplumun hangi meyveye ihtiyaç duyduğunu göz önünde bulundurmazsak bir bağcıdan farkımız kalmaz.
Yazar bu bölümde yeni öğretim sistemini de eleştiriyor. Konferans da ben yılda bir kere buraya geliyorum. Maalesef öğretmenlerin işi çok zor ve zahmetli. Her zaman ilk aşamada kalıyoruz. Bir sonraki yıl diğer aşamaya geçeriz diyoruz. Bir sonraki yılda nesil değişiyor. Öğrenciler en fazla maksimum dört yıl üniversitede kalabiliyorlar. Biz ise tekrar sıfırdan başlıyoruz.
Oysaki eski öğretim sisteminde öğrenciler, kendileri üstatları görür dinler ve içlerinden birini seçerdi. O öğretmende kendi ekolüne göre bu öğrenciyi adım adım yetiştirirdi. Yani öğrenciyi başından sonuna kadar bir öğretmen yetiştirirdi.
İlginç bir tespit de daha bulunuyor.
Bir öğretmen tembel bir öğrencisine ‘’ Tembel adam, iki yıldır aynı sınıfta kalmaya utanmıyor musun?’’ dediğinde öğrencinin cevabı şu olur,
‘’Asıl sen utan, sen yirmi beş yıldır aynı sınıfta kalmışsın.’’
Evet, yeni sistemde öğretmen olarak, bu yöntemle aynı sınıfta kalmaya mecbur ediliyoruz diye bir çıkarsamada bulunuyor.
Yazar tekrar insan sorununu ele almaya devam ediyor.
Benim tezimin esası şudur diyor. İnsanın dört mecburiyeti vardır. İnsan dört zindanın tutsağıdır.
Bu dört tutsaktan kurtulup özgürlüğüne kavuştuğu zaman insan olabilir.
Bu dört zindan nedir? İnsan bu dört zindandan nasıl kurtulabilir?
Kuran-ı Kerim de insanla ilgili şu iki kelime dikkat çekmektedir. Bunlardan biri ‘’beşer’’ diğeri ‘’insan’’dır. Bazen insan, bazen de beşer kelimesi kullanılır. Beşer dendiğinde kastedilen varlıkların gelişim silsilesi sonucunda yeryüzüne gelmiş olan iki ayaklı canlı türüdür.
Beşer kelimesi ile insanın dış görünüşü kastedilmektedir. Beşer, batı kültüründe ise insanı hayvanlardan bir hayvan olarak değerlendirmektedir.
İslam da ise beşer de hayvanlardan ayıran en büyük özelliklerden biri derisinin olduğu gibi görünmesidir. Beşer insanın dış görünüşü iken, insan ise manevi yönüdür. İnsan hem beşer, hem insan olarak yaratılmış ve yaratılmışların en üstünüdür. İnsanın üstünlüğü dış görünüşünde değil maneviyatındadır.
Yani iki insan var, biri biyolojinin bahsettiği diğeri ise hakkında şairin konuştuğu, filozofun söz söylediği, dinin ilgilendiği insan.
Aslında dünyada şu anda yaşayan ne kadar insan varsa hepsinin tamamı bizim insan diye bildiğimiz tanıma uymamaktadır. Bunların hepsi beşerdir ama hepsi insan değildir. Beşer türü kendi gelişim süreci içinde insan olmaya doğru adım atmaktadır.
İnsan dan farklı olarak beşer dahil diğer canlılar milyonlarca yıldır hayatını aynı şekilde sabit bir tanım üzere sürdürmektedir. Beşerin de değişmez bir tanımı vardır oda iki ayağı üzerine yürüyen varlıktır.
Adı beşer olan bu tür bütün donanımlarını birbirini öldürme üstüne kurmuş, bunun ardından büyük katliamlar gelmiştir. Hayvandan farklı olarak öldürdüğünün etinden yenmez, yese deriz ki bunların birbirini öldürmeye ihtiyaçları var. Hiçbiri öldürdüğünün etinden yemez ama yaptıkları bu katliamları gururla anlatırlar. Bu nasıl bir ruh halidir?
Bu beşerin durumudur. Hep böyleydi, şimdi de böyle. İlkel ve vahşi bir kavme hükmeden Cengiz’in de durumu buydu. Yani önceki düzenle yetişmiş olan Cengiz, açıkça ben öldürmeye geldim diyebilmektedir ama sözüm ona bugünün medenisi de geliyor, öldürüyor ve ben barış yapmaya geldim diyor. Bugünkünün yalan söyleme ve meşrulaştırma tarzı gelişmiştir. Yoksa bugünkünün başkalarını öldürme ve bundan zevk alma duyguları eskisi gibidir belki de daha şiddetli hale gelmiştir. İşte insan bu durumda beşerdir. Beşerin hedefi de insan olmak olmalıdır. İnsan olmak süreklilik arz etmelidir.
İnsanın üç özelliği vardır. Bunlar sırasıyla bilinçli olmak, ikinci seçici olmak, üçüncü de ise yazar bize ters gelen yaratıcı diyerek insana ait olmayan sadece Allah’a ait bir özelliği söylemektedir. Belki Farsçadan Türkçeye bir çeviri hatası da olabilir diyelim. Her birimiz ilk önce bilinç yani kendini bilme aşamasına ulaşırız, sonra seçim yapabilme, tabiatın yaratmadığı (Tabiat değil Allah yaratır) yani sahip olmadığımız şeyleri yaptığımız ölçüde insanız.
Yazarın yine bizim dışımızda olan fikirlerini Kuranı Kerim’in Bakara suresinde geçen Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz ayetinde görüyoruz. Burada apaçık yani biz onun kullarıyız, O’nun tarafından yaratıldık ve her şeyimizle O’nunuz. O üzerimizde istediği gibi tasarrufta bulunma, hak ve gücüne sahiptir denildiği halde bu meali kendine göre başka tarafa çekmeye çalışmış yani insan olmak süreklilik arz eder düşüncesine uydurmaya çalışmıştır. Burada O’na döneceğiz sözü zorlama ile O’na doğru hareket etme şeklinde anlatılmaya çalışılmıştır.
Yazar yaşadığı zamana uygun olarak İslam’a aykırı olan varoluşçu felsefenin savunucusudur. Varoluşçular insan bu dünyaya fırlatılmıştır, bu dünyaya terk edilmiştir ve bu dünya da unutulmuştur tezini savunurken, varlığımızın anlamı nedir, varlık nedir sorularına da cevap arıyorlar ama hala bir cevap bulabilmiş değiller.
Varoluşçular, halen nereden geldik, nasıl var olduk, varoluşumuzun öncesinde ne vardı varoluşumuz nasıl sona erecek, sonra ne olacak sorularına cevap arıyorlar ama cevabını bu şekilde hiçbir zaman bulamayacaklar. Hele ki bu düşünceler seni inkara ya da küfre yani dinsizliğe götürüyorsa bu tehlikeli de bir durumdur. Yol yakınken dönülmelidir. Sadece akılla gerçeklere ulaşacağını sanmak çıkmaz yoldur, abesle iştigaldir.
Farkında değiller ama aslında cevap belli, cevap İslamiyet de. Bu sorulara İslamiyet, din sadece akli değil naklidir diye cevap vermektedir. Akıl bir yere kadardır. Cevabını hiçbir zaman bulamayacağımız şeylerin cevabını İslam inancıyla baştan kabul edip teslim olmalıyız. Bizler felsefeye değil, sadece imansız, dinsiz felsefeye karşıyız.
Yazar burada üç kişinin o meşhur sözlerinden bahsetmekte;
Descartes’in ‘’Mademki düşünüyorum o halde varım’’. Her şeyden hatta kendi varlığından dahi şüpheye düşen Descartes tarafından söylenmiş sözdür. Sonunda varım ki şüpheleniyorum gibi bir sonuca varır.
İkinci söz Andre Gide’nin ‘’Hissediyorum o halde varım’’
Üçüncü söz de Albert Camus’un ‘’Başkaldırıyorum o halde varım’’
Yine yazar insan olmanın gereği olarak başkaldırıyı görüyor. Evet düşünmek ve hissetmek insan olmanın gereği ama asıl başkaldırıyı insan olmanın gereği olarak görmesi buna da örnek olarak Hz.Adem’i göstermesi bana göre doğru olmayan bir benzetme.
Bizim inancımıza göre peygamberler günah işlemezken burada Hz. Adem’in Allah’a isyan ederek cennet düzenine karşı gelen bir asi olarak gösterilmesi, Ali Şeriati’nin dini inancı hakkında bizi olumsuzluğa sevk ediyor. Neden bu konuda, mesela köle isyanına öncülük eden Trakyalı gladyatör Spartaküs’ü değil de ilk peygamber, ilk insan olan Hz. Adem’i isyankar olarak gösteriyorsun? Amaç nedir diyeceğim ama sonunda itiraf ediyor.
Sonuç olarak Hz. Adem kendi başına, kendi haline dünyaya bırakılmış, sadece kendinden sorumlu diyerek ateist Sartre’nin varoluşçuluğuna atıfta bulunuyor. Sartre insan sahip olduğu özgürlüğü ile kendi ahlaki kurallarını oluşturabilir iddiasındadır. Hayvanlara ise içgüdüleri hükmeder. İnsanı Allah’ın iradesine başkaldıran olarak görüyor.
Bilinçsiz bir kul ancak tıpkı bir hayvan gibi isyan edemez, başkaldıramaz. Böyle bir insanın itaat ve ibadeti değersizdir, başkaldırma ise istenen bir şeydir diye bir çıkarsama yapıyor.
İnsan hayvanlardan farklı olarak seçen bir varlık deyip, üzerinde egemen olan düzene karşı başkaldırandır diye bir tanımlama yapıyor.
Ancak insan, yalnız tabiata karşı değil, kendi tabiatına da başkaldırıyor, bilinç güdüsünün tersine intihara başvuruyor diyen Ali Şeriati üzerine Mehmed Durmuş yazdığı kitapta Ali Şeriati’nin depresif bir kişiliğe sahip olduğunu intihar düşüncesinin aklından geçtiğini yazmakta. Horasan gazetesinde yazdığı bırakın öleyim gibi yazılarıyla bu düşüncesini açıkça defalarca dile getirmiş. Şeriati’nin intihar düşünceleri sadece gençliğinde değil sonra da devam etmiş, intihar düşüncesinde felsefe, siyaset ile fazla uğraşmasının etkili olduğu düşüncesi vardır.
Çok dindar bir aileden gelen Şeriati’i etkilendiği Freud, Kafka, Anatole France, Hallac gibi kişiliklere putlarım demekten de çekinmemiştir. Şeriati George Gurvitch’den Marksizim’i, Sartre’den tüm öğretilerin en değerlisi dediği Varoluşçuluğu almıştır.
Hayatının büyük kısmını geçirdiği Horasan dan Şah’ın verdiği bursla Paris’e gitmesi orada Sartre, Massignon gibi varoluşçularla tanışması onlarla sohbet etmesi onun hayatının daha da çıkmaza girmesine sebep olmuş. Özellikle Agnostik (Tanrı’nın varlığına inanmak ya da inanmak konusunda insan aklının yetersiz kaldığını savunan felsefi anlayıştır) Massignon’un etkisinde kalmıştır.
Üçüncü olarak insan yapıcıdır. Sanayi ve sanatta yapıcıdır. İnsan meydana getirir yapar inşa eder. İnsan ihtiyaç duyup da tabiatta bulamadığı şeyleri uğraşır, çabalar, yapar. Mesela dama çıkmak istiyor ama tabiat ona kanat vermemiştir. (Burada yazar tabiat vermemiştir diyor ama biliyoruz ki Allah vermemiştir.) Oda merdiven yapıp dama çıkmıştır diye bir örnek vermiştir.
Bu bilinçli, seçici, yapıcı varlık dört zindanın baskısı altındadır. Bu dört zindan, insanı bilinçli, seçici ve yapıcı olmaktan alıkoymaktadır.
Yazar burada materyalizm, natüralizm gibi felsefi kavramların tanımını da yapmaktadır.
Materyalizm de; var olan her şey maddeden ibarettir. Maddeden bağımsız, fizik ötesi bir alan yoktur. İnsanı madde içine hapsetmekte, şayet insan sadece maddeden ibaret olsaydı, madde boyutlarından öteye geçip gelişmesine imkan yoktu. Bu arada nerdeyse bütün materyalistler ateisttir.
Natüralizm ise doğalcılık olarak bilinir. İnsanı feda eden bir başka yaklaşımdır. İnsan canlı tabiatın bilinçsiz ürünlerinden biridir. Tabiat insanı meydana getiriyor, insan sadece tabiat içinde diğer olgulardan daha gelişmiştir.
Natüralistler ise ateistir ama bütün ateistler natüralist değildir.
Bir beşer olarak dünyaya gelen beşer, kendini geliştirip insan olmaya geçiş yaparken katlanmak zorunda oldukları, yaşadığı çevrenin sunduğu şartlar içinde yaşamak zorunda kalması, yaşamak zorunda olduğu toplumun belirleyiciliği yani yaşadığı topluma uygun hareket etme zorunda kalması, yaşadığı toplumun tarihi geçmişini miras alması, yani tarih içinde dili ve dini miras alması, en son olarak dördüncü zindan insanın kendisi, yani kendi nefsidir.
Kişi bu dört zindandan kurtulmalıdır. İlk üç zindandan bilimle kurtulunabilinir en zoru ise kendi benliğinden kurtulmaktır.
Bugün tabiat, tarih ve toplum zindanından bir şekilde kurtulabilen insan, dördüncü zindandan dolayı boşluğa düşmektedir. Çünkü bu zindandan kurtulmak zordur. Bu öyle bir zindandır ki onu insan kendi ile beraber taşır. Yazar, diğer üç zindandan bilimsel olarak kurtulabilen insan dördüncüden ancak aşk ile kurtulabilir diye bir sonuca varıyor. Aşk akıldan daha üstün bir güç olmalı. Bu öyle bir güç olmalı ki kendine karşı bir devrim yapsın. Aşk bir iyilik yapıp karşılığında hiçbir ödül istememektir. Başka biri yaşasın diye kendinin ölümünü seçmesidir. İnsan bu şekilde isar aşamasına ulaşır. (İsar, insanın kendi sıkıntısını unutup başkalarının derdine deva olmaya çalışmasıdır.)
Bu fedakarlığa örnek olarak hayran olduğu Nietzsche’nin bir atı zalim sahibinin kamçı darbelerinden kurtarmak için kendini ata siper etmesini ve kendi hayatını hiç düşünmeden feda etmesini gösteriyor.
Neden, yazar Nietzsche’yi örnek vererek yakından bildiği İslamiyet’in insana hayvana, hatta tabiatın bütününe verdiği değerin farkında değil diye düşünmeden kendimizi alamıyoruz.
Kitabın sonunda ise yazar, insanın dört zindanını tekrar ayrıntılı bir şekilde ele alıyor.
Düşünceme göre; ilk üç zindandan yani tabiatın belirleyiciliğinden, tarihin belirleyiciliğinden, son olarak toplum belirleyiciliğin den bilimsel yöntemlerle kurtulmamızda zor. Şartları kendi lehimize çevirmek sanıldığı kadar kolay değil. Dördüncü zindan da dahil yazarın düşünceleri ütopik, hayalci. Tek, tek insanların kendi özellikleri düşünüldüğünde bunun imkansızlığı daha da açıkça görülüyor. Neye göre, kime göre nerdeyse tek tip insan oluşturulacak, bu nasıl bir düşünce şeklidir. Aslında yazarın bu zindanları açıklarken kafasının karışık olduğunu hissediyorsunuz.
Mesela tarihin zindanını açıklarken her toplumun kabileci düzenden, feodal düzene, oradan burjuvazi düzene, sonra kapitalizm ve sanayi aşamasına oradan da işçi ve proletarya aşamasına geçileceğini kestirebiliyorum diyor da her toplum bu aşamalardan mı geçiyor? Hayır.
Yazar bu arada, hem biz kendi geçmişimizi inkar edersek ya da reddersek içinde hiçbir şey olmayan boş testiler gibi oluruz diyor, hem de tarihimizin bize yüklediklerinden beğendiklerimizi bilinçli şekilde seçip, kalıtsal, geleneksel beğenmediklerimizden ise redderek sözüm ona üçüncü zindandan kurtulmuş oluyoruz. Böylece dinime, dilime, ahlakıma, sosyal ilişkilerime hakim olan düzeni değiştiriyoruz.
Yazarın yine de sonunda zindanlardan kurtulmak için, mucizevi bir güç olarak dini işaret etmesi de ilginç.
Kitabı sadece merak ettiğim için okudum. Bu kadar hayalci, ütopik düşünceler hiç ilgimi çekmiyor.
İNSANIN DÖRT ZİNDANI
Şu anda İranlı Müslüman, sosyolog Ali Şeriati’nin İnsanın Dört Zindanı kitabını okuyorum.
Kitap, yazarın Abadan Petrol Fakültesinde verdiği konferanslardan oluşmakta.
Yazar, konferanslar da dönüp dolaşıp konuyu insana getiriyor. Çünkü bugün dünyada en büyük sorun insan sorunudur diye devam ediyor. Hayat daha çok aydınlandıkça, daha çok kolaylaştıkça, insan dünyaya daha çok egemen oldukça, insan sorunu daha fazla problem olmaktadır.
Şimdi insan nedir sorusu daha fazla gündeme gelmekte, özellikle batıda insan sorunu daha fazla hissedilmektedir. Günümüzde temel sorun olan insanın mantıklı bir tanımını yapamazsak hiçbir sorunu çözemeyiz.
Bu şuna benzer diyerek bir örnek veriyor. Aşılama, budama gibi en üstün teknikleri bilen ama toplumun hangi meyveye ihtiyaç duyduğunu göz önünde bulundurmayan bir bağcıdan farkımız kalmaz.
Yazar, aşılama, budama gibi en üstün teknikleri bilsek ama diktiğimiz bitkinin türünü düşünmeyip içinde yaşadığımız toplumun hangi meyveye ihtiyaç duyduğunu göz önünde bulundurmazsak bir bağcıdan farkımız kalmaz.
Yazar bu bölümde yeni öğretim sistemini de eleştiriyor. Konferans da ben yılda bir kere buraya geliyorum. Maalesef öğretmenlerin işi çok zor ve zahmetli. Her zaman ilk aşamada kalıyoruz. Bir sonraki yıl diğer aşamaya geçeriz diyoruz. Bir sonraki yılda nesil değişiyor. Öğrenciler en fazla maksimum dört yıl üniversitede kalabiliyorlar. Biz ise tekrar sıfırdan başlıyoruz.
Oysaki eski öğretim sisteminde öğrenciler, kendileri üstatları görür dinler ve içlerinden birini seçerdi. O öğretmende kendi ekolüne göre bu öğrenciyi adım adım yetiştirirdi. Yani öğrenciyi başından sonuna kadar bir öğretmen yetiştirirdi.
İlginç bir tespit de daha bulunuyor.
Bir öğretmen tembel bir öğrencisine ‘’ Tembel adam, iki yıldır aynı sınıfta kalmaya utanmıyor musun?’’ dediğinde öğrencinin cevabı şu olur,
‘’Asıl sen utan, sen yirmi beş yıldır aynı sınıfta kalmışsın.’’
Evet, yeni sistemde öğretmen olarak, bu yöntemle aynı sınıfta kalmaya mecbur ediliyoruz diye bir çıkarsamada bulunuyor.
Yazar tekrar insan sorununu ele almaya devam ediyor.
Benim tezimin esası şudur diyor. İnsanın dört mecburiyeti vardır. İnsan dört zindanın tutsağıdır.
Bu dört tutsaktan kurtulup özgürlüğüne kavuştuğu zaman insan olabilir.
Bu dört zindan nedir? İnsan bu dört zindandan nasıl kurtulabilir?
Kuran-ı Kerim de insanla ilgili şu iki kelime dikkat çekmektedir. Bunlardan biri ‘’beşer’’ diğeri ‘’insan’’dır. Bazen insan, bazen de beşer kelimesi kullanılır. Beşer dendiğinde kastedilen varlıkların gelişim silsilesi sonucunda yeryüzüne gelmiş olan iki ayaklı canlı türüdür.
Beşer kelimesi ile insanın dış görünüşü kastedilmektedir. Beşer, batı kültüründe ise insanı hayvanlardan bir hayvan olarak değerlendirmektedir.
İslam da ise beşer de hayvanlardan ayıran en büyük özelliklerden biri derisinin olduğu gibi görünmesidir. Beşer insanın dış görünüşü iken, insan ise manevi yönüdür. İnsan hem beşer, hem insan olarak yaratılmış ve yaratılmışların en üstünüdür. İnsanın üstünlüğü dış görünüşünde değil maneviyatındadır.
Yani iki insan var, biri biyolojinin bahsettiği diğeri ise hakkında şairin konuştuğu, filozofun söz söylediği, dinin ilgilendiği insan.
Aslında dünyada şu anda yaşayan ne kadar insan varsa hepsinin tamamı bizim insan diye bildiğimiz tanıma uymamaktadır. Bunların hepsi beşerdir ama hepsi insan değildir. Beşer türü kendi gelişim süreci içinde insan olmaya doğru adım atmaktadır.
İnsan dan farklı olarak beşer dahil diğer canlılar milyonlarca yıldır hayatını aynı şekilde sabit bir tanım üzere sürdürmektedir. Beşerin de değişmez bir tanımı vardır oda iki ayağı üzerine yürüyen varlıktır.
Adı beşer olan bu tür bütün donanımlarını birbirini öldürme üstüne kurmuş, bunun ardından büyük katliamlar gelmiştir. Hayvandan farklı olarak öldürdüğünün etinden yenmez, yese deriz ki bunların birbirini öldürmeye ihtiyaçları var. Hiçbiri öldürdüğünün etinden yemez ama yaptıkları bu katliamları gururla anlatırlar. Bu nasıl bir ruh halidir?
Bu beşerin durumudur. Hep böyleydi, şimdi de böyle. İlkel ve vahşi bir kavme hükmeden Cengiz’in de durumu buydu. Yani önceki düzenle yetişmiş olan Cengiz, açıkça ben öldürmeye geldim diyebilmektedir ama sözüm ona bugünün medenisi de geliyor, öldürüyor ve ben barış yapmaya geldim diyor. Bugünkünün yalan söyleme ve meşrulaştırma tarzı gelişmiştir. Yoksa bugünkünün başkalarını öldürme ve bundan zevk alma duyguları eskisi gibidir belki de daha şiddetli hale gelmiştir. İşte insan bu durumda beşerdir. Beşerin hedefi de insan olmak olmalıdır. İnsan olmak süreklilik arz etmelidir.
İnsanın üç özelliği vardır. Bunlar sırasıyla bilinçli olmak, ikinci seçici olmak, üçüncü de ise yazar bize ters gelen yaratıcı diyerek insana ait olmayan sadece Allah’a ait bir özelliği söylemektedir. Belki Farsçadan Türkçeye bir çeviri hatası da olabilir diyelim. Her birimiz ilk önce bilinç yani kendini bilme aşamasına ulaşırız, sonra seçim yapabilme, tabiatın yaratmadığı (Tabiat değil Allah yaratır) yani sahip olmadığımız şeyleri yaptığımız ölçüde insanız.
Yazarın yine bizim dışımızda olan fikirlerini Kuranı Kerim’in Bakara suresinde geçen Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz ayetinde görüyoruz. Burada apaçık yani biz onun kullarıyız, O’nun tarafından yaratıldık ve her şeyimizle O’nunuz. O üzerimizde istediği gibi tasarrufta bulunma, hak ve gücüne sahiptir denildiği halde bu meali kendine göre başka tarafa çekmeye çalışmış yani insan olmak süreklilik arz eder düşüncesine uydurmaya çalışmıştır. Burada O’na döneceğiz sözü zorlama ile O’na doğru hareket etme şeklinde anlatılmaya çalışılmıştır.
Yazar yaşadığı zamana uygun olarak İslam’a aykırı olan varoluşçu felsefenin savunucusudur. Varoluşçular insan bu dünyaya fırlatılmıştır, bu dünyaya terk edilmiştir ve bu dünya da unutulmuştur tezini savunurken, varlığımızın anlamı nedir, varlık nedir sorularına da cevap arıyorlar ama hala bir cevap bulabilmiş değiller.
Varoluşçular, halen nereden geldik, nasıl var olduk, varoluşumuzun öncesinde ne vardı varoluşumuz nasıl sona erecek, sonra ne olacak sorularına cevap arıyorlar ama cevabını bu şekilde hiçbir zaman bulamayacaklar. Hele ki bu düşünceler seni inkara ya da küfre yani dinsizliğe götürüyorsa bu tehlikeli de bir durumdur. Yol yakınken dönülmelidir. Sadece akılla gerçeklere ulaşacağını sanmak çıkmaz yoldur, abesle iştigaldir.
Farkında değiller ama aslında cevap belli, cevap İslamiyet de. Bu sorulara İslamiyet, din sadece akli değil naklidir diye cevap vermektedir. Akıl bir yere kadardır. Cevabını hiçbir zaman bulamayacağımız şeylerin cevabını İslam inancıyla baştan kabul edip teslim olmalıyız. Bizler felsefeye değil, sadece imansız, dinsiz felsefeye karşıyız.
Yazar burada üç kişinin o meşhur sözlerinden bahsetmekte;
Descartes’in ‘’Mademki düşünüyorum o halde varım’’. Her şeyden hatta kendi varlığından dahi şüpheye düşen Descartes tarafından söylenmiş sözdür. Sonunda varım ki şüpheleniyorum gibi bir sonuca varır.
İkinci söz Andre Gide’nin ‘’Hissediyorum o halde varım’’
Üçüncü söz de Albert Camus’un ‘’Başkaldırıyorum o halde varım’’
Yine yazar insan olmanın gereği olarak başkaldırıyı görüyor. Evet düşünmek ve hissetmek insan olmanın gereği ama asıl başkaldırıyı insan olmanın gereği olarak görmesi buna da örnek olarak Hz.Adem’i göstermesi bana göre doğru olmayan bir benzetme.
Bizim inancımıza göre peygamberler günah işlemezken burada Hz. Adem’in Allah’a isyan ederek cennet düzenine karşı gelen bir asi olarak gösterilmesi, Ali Şeriati’nin dini inancı hakkında bizi olumsuzluğa sevk ediyor. Neden bu konuda, mesela köle isyanına öncülük eden Trakyalı gladyatör Spartaküs’ü değil de ilk peygamber, ilk insan olan Hz. Adem’i isyankar olarak gösteriyorsun? Amaç nedir diyeceğim ama sonunda itiraf ediyor.
Sonuç olarak Hz. Adem kendi başına, kendi haline dünyaya bırakılmış, sadece kendinden sorumlu diyerek ateist Sartre’nin varoluşçuluğuna atıfta bulunuyor. Sartre insan sahip olduğu özgürlüğü ile kendi ahlaki kurallarını oluşturabilir iddiasındadır. Hayvanlara ise içgüdüleri hükmeder. İnsanı Allah’ın iradesine başkaldıran olarak görüyor.
Bilinçsiz bir kul ancak tıpkı bir hayvan gibi isyan edemez, başkaldıramaz. Böyle bir insanın itaat ve ibadeti değersizdir, başkaldırma ise istenen bir şeydir diye bir çıkarsama yapıyor.
İnsan hayvanlardan farklı olarak seçen bir varlık deyip, üzerinde egemen olan düzene karşı başkaldırandır diye bir tanımlama yapıyor.
Ancak insan, yalnız tabiata karşı değil, kendi tabiatına da başkaldırıyor, bilinç güdüsünün tersine intihara başvuruyor diyen Ali Şeriati üzerine Mehmed Durmuş yazdığı kitapta Ali Şeriati’nin depresif bir kişiliğe sahip olduğunu intihar düşüncesinin aklından geçtiğini yazmakta. Horasan gazetesinde yazdığı bırakın öleyim gibi yazılarıyla bu düşüncesini açıkça defalarca dile getirmiş. Şeriati’nin intihar düşünceleri sadece gençliğinde değil sonra da devam etmiş, intihar düşüncesinde felsefe, siyaset ile fazla uğraşmasının etkili olduğu düşüncesi vardır.
Çok dindar bir aileden gelen Şeriati’i etkilendiği Freud, Kafka, Anatole France, Hallac gibi kişiliklere putlarım demekten de çekinmemiştir. Şeriati George Gurvitch’den Marksizim’i, Sartre’den tüm öğretilerin en değerlisi dediği Varoluşçuluğu almıştır.
Hayatının büyük kısmını geçirdiği Horasan dan Şah’ın verdiği bursla Paris’e gitmesi orada Sartre, Massignon gibi varoluşçularla tanışması onlarla sohbet etmesi onun hayatının daha da çıkmaza girmesine sebep olmuş. Özellikle Agnostik (Tanrı’nın varlığına inanmak ya da inanmak konusunda insan aklının yetersiz kaldığını savunan felsefi anlayıştır) Massignon’un etkisinde kalmıştır.
Üçüncü olarak insan yapıcıdır. Sanayi ve sanatta yapıcıdır. İnsan meydana getirir yapar inşa eder. İnsan ihtiyaç duyup da tabiatta bulamadığı şeyleri uğraşır, çabalar, yapar. Mesela dama çıkmak istiyor ama tabiat ona kanat vermemiştir. (Burada yazar tabiat vermemiştir diyor ama biliyoruz ki Allah vermemiştir.) Oda merdiven yapıp dama çıkmıştır diye bir örnek vermiştir.
Bu bilinçli, seçici, yapıcı varlık dört zindanın baskısı altındadır. Bu dört zindan, insanı bilinçli, seçici ve yapıcı olmaktan alıkoymaktadır.
Yazar burada materyalizm, natüralizm gibi felsefi kavramların tanımını da yapmaktadır.
Materyalizm de; var olan her şey maddeden ibarettir. Maddeden bağımsız, fizik ötesi bir alan yoktur. İnsanı madde içine hapsetmekte, şayet insan sadece maddeden ibaret olsaydı, madde boyutlarından öteye geçip gelişmesine imkan yoktu. Bu arada nerdeyse bütün materyalistler ateisttir.
Natüralizm ise doğalcılık olarak bilinir. İnsanı feda eden bir başka yaklaşımdır. İnsan canlı tabiatın bilinçsiz ürünlerinden biridir. Tabiat insanı meydana getiriyor, insan sadece tabiat içinde diğer olgulardan daha gelişmiştir.
Natüralistler ise ateistir ama bütün ateistler natüralist değildir.
Bir beşer olarak dünyaya gelen beşer, kendini geliştirip insan olmaya geçiş yaparken katlanmak zorunda oldukları, yaşadığı çevrenin sunduğu şartlar içinde yaşamak zorunda kalması, yaşamak zorunda olduğu toplumun belirleyiciliği yani yaşadığı topluma uygun hareket etme zorunda kalması, yaşadığı toplumun tarihi geçmişini miras alması, yani tarih içinde dili ve dini miras alması, en son olarak dördüncü zindan insanın kendisi, yani kendi nefsidir.
Kişi bu dört zindandan kurtulmalıdır. İlk üç zindandan bilimle kurtulunabilinir en zoru ise kendi benliğinden kurtulmaktır.
Bugün tabiat, tarih ve toplum zindanından bir şekilde kurtulabilen insan, dördüncü zindandan dolayı boşluğa düşmektedir. Çünkü bu zindandan kurtulmak zordur. Bu öyle bir zindandır ki onu insan kendi ile beraber taşır. Yazar, diğer üç zindandan bilimsel olarak kurtulabilen insan dördüncüden ancak aşk ile kurtulabilir diye bir sonuca varıyor. Aşk akıldan daha üstün bir güç olmalı. Bu öyle bir güç olmalı ki kendine karşı bir devrim yapsın. Aşk bir iyilik yapıp karşılığında hiçbir ödül istememektir. Başka biri yaşasın diye kendinin ölümünü seçmesidir. İnsan bu şekilde isar aşamasına ulaşır. (İsar, insanın kendi sıkıntısını unutup başkalarının derdine deva olmaya çalışmasıdır.)
Bu fedakarlığa örnek olarak hayran olduğu Nietzsche’nin bir atı zalim sahibinin kamçı darbelerinden kurtarmak için kendini ata siper etmesini ve kendi hayatını hiç düşünmeden feda etmesini gösteriyor.
Neden, yazar Nietzsche’yi örnek vererek yakından bildiği İslamiyet’in insana hayvana, hatta tabiatın bütününe verdiği değerin farkında değil diye düşünmeden kendimizi alamıyoruz.
Kitabın sonunda ise yazar, insanın dört zindanını tekrar ayrıntılı bir şekilde ele alıyor.
Düşünceme göre; ilk üç zindandan yani tabiatın belirleyiciliğinden, tarihin belirleyiciliğinden, son olarak toplum belirleyiciliğin den bilimsel yöntemlerle kurtulmamızda zor. Şartları kendi lehimize çevirmek sanıldığı kadar kolay değil. Dördüncü zindan da dahil yazarın düşünceleri ütopik, hayalci. Tek, tek insanların kendi özellikleri düşünüldüğünde bunun imkansızlığı daha da açıkça görülüyor. Neye göre, kime göre nerdeyse tek tip insan oluşturulacak, bu nasıl bir düşünce şeklidir. Aslında yazarın bu zindanları açıklarken kafasının karışık olduğunu hissediyorsunuz.
Mesela tarihin zindanını açıklarken her toplumun kabileci düzenden, feodal düzene, oradan burjuvazi düzene, sonra kapitalizm ve sanayi aşamasına oradan da işçi ve proletarya aşamasına geçileceğini kestirebiliyorum diyor da her toplum bu aşamalardan mı geçiyor? Hayır.
Yazar bu arada, hem biz kendi geçmişimizi inkar edersek ya da reddersek içinde hiçbir şey olmayan boş testiler gibi oluruz diyor, hem de tarihimizin bize yüklediklerinden beğendiklerimizi bilinçli şekilde seçip, kalıtsal, geleneksel beğenmediklerimizden ise redderek sözüm ona üçüncü zindandan kurtulmuş oluyoruz. Böylece dinime, dilime, ahlakıma, sosyal ilişkilerime hakim olan düzeni değiştiriyoruz.
Yazarın yine de sonunda zindanlardan kurtulmak için, mucizevi bir güç olarak dini işaret etmesi de ilginç.
Kitabı sadece merak ettiğim için okudum. Bu kadar hayalci, ütopik düşünceler hiç ilgimi çekmiyor.
