Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
banner
banner
banner
HOŞ GELDİNİZ!

Yazar, Seyyah Leyla Kent, Leyla Kent

Aşağı Kaydır
Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
Kitap Yazarı
  • Email:
    kentleyla@yahoo.com
  • Adres:
    İstanbul / Maltepe

13.05.2025

Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent

 

İNSAN NE İLE YAŞAR

Tolstoy’un hikaye tarzında yazdığı dört hikayeden oluşmuş İnsan Ne İle Yaşar kitabını okumaya başladım. Aslında kitap masalımsı hikaye. Ne demek istediğimi kitabı okuyunca anlayacaksınız. Yazar kitabı 1885 yılında yazmış. Farklı dini inançlardan dolayı 1901 yılında Rus Ortodoks kilisesi tarafından aforoz edilmiştir. Tolstoy mülkleri ve yüzlerce kölesi ile Rus soylu sınıfındandır. Tolstoy’un kendince ahlaki değerlerden yoksun hayatını bırakması 1850li yıllarda katıldığı Kırım savaşından olmuştur. Kırım savaşında şahit olduğu vahşet onu pasifist yapmış, devrimci Hıristiyanlığı benimsemesine sebep olmuştur.

Tolstoy’la ilgili bu kısa tanıtımdan sonra kitabı okumaya başlayalım.

Kitaptaki ilk hikaye,  kitaba da ismini veren insan ne ile yaşar hikayesi.

Özet olarak anlatmaya çalışırsak hikayenin kahramanı olan kunduracı Simon borçlulardan alacaklarını almak için kulübesinden ayrılıp köye gitmek üzere yola çıkar. Simon ve karısı öyle yoksullarda ki paçavraya dönmüş koyun postundan bir paltoyu ortaklaşa kullanıyorlardı. Yeni bir paltoyu ihtiyaçları vardı. Paltoyu alabilmek için Simon borçluların kapılarını teker, teker çaldı ama hiç birinden alacaklarını çeşitli bahanelerle alamayınca üzgün bir şekilde evine dönmek üzere tekrar yola koyuldu. Yol da yürürken uzaktan bir türbenin yanında bir karaltı görür. Ne olduğunu merak eder. Yaklaştıkça onun çıplak bir insan olduğunu fark eder. Simon ilk önce bir korkuya kapılıp uzaklaşmak ister ama dayanamaz geri dönüp donmak üzere olan adama yardım etmeye karar verir. Yanına geldiğinde adamın soğuktan donmak üzere olduğunu görür Paltosunu çıkarıp ona giydirir. Adama nereli olduğunu söyleyince oralı olmadığını söyler. Orada ne için bulunduğunu da söylemek istemez. Sadece Allah beni cezalandırdı der. Simon onu yanına alıp evine getirir. Eşi onları görünce şaşırır. Ev de sadece kendilerine yetecek kadar yiyecek vardır. Kocasının ne üdüğü belirsiz bir adamı eve getirmesine çok kızmıştır ama adımın garip hali içine dokunur, siniri geçer.

Yiyeceklerini adamla paylaşıp onu tavan arasına yatırırlar. Sabah kalktıklarında Simon adama ne iş bilirsin deyince, adam hiçbir iş bilmiyorum der.

Bunun üzerine Simon adının Mihael olduğunu öğrendiği adama bir teklifte bulunur.

‘’Benim yardımcım ol, sana mesleğimi öğreteyim, bunun karşılığı sana yiyecek ve yatacak yer vereyim’’ der.

Simon, Mihael’e mesleğini ve inceliklerini öğretir. Mihael, Simon ne gösterdiyse anında öğrenir. Durmadan çalışır, çok nadir sokağa çıkar, az konuşur, gülmez, şakalaşmaz

Aradan, günler haftalar geçer. Sonunda çevreye kimse Mihael’den daha iyi ayakkabı yapamaz diye ünü yayılır

Bir kış günü hali vakti yerinde bir adam uşağı ile birlikte Simon’un evine gelir. Gelen adam, getirdiği deriden kendisine bir çizme yaptırmak istiyordu. Simon,

‘’Pekiyi yapabilirim’’ der ama adam tehditkar bir söylemle,

‘’Bu deri çok kaliteli, en iyi çizmeyi istiyorum, kesinlikle bir hata istemiyorum deyince .Simon, Mihael’e

‘’İşi alayım mı?’’ diye sorar. O da

‘’Al ‘’der.

İş alınır. Mihael çizmeyi yapmak üzere deriyi masanın üzerine yayar, kesmeye başlar. Eşi kesişinde bir tuhaflık olduğunu fark eder ama herhalde bir bildiği var diye sesini çıkartmaz. Sonunda bu kesimden çizme yerine bir çift terlik çıkar. Terlikleri gören Simon şok olur. Mihael’e kızar, niçin böyle yaptın diye çıkışır.

İşte tam o sırada kapı çalınır. Kapıdaki, hali vakti yerinde olan adamın uşağıdır. Uşak, efendisinin buradan çıktıktan sonra hayatını kaybettiğini söyler, artık çizmeye ihtiyacı kalmamıştır.

Neden terlik diye düşündüğüm de Ortodokslar da ölülere terlik giydirildiğini öğrendim.

Acaba Mihael’in bu durum içine mi doğdu diye düşünüp hikayeye devam ediyoruz.

Aradan altı yıl geçer. Mihael hala Simon’un yanında onunla birlikte çalışmaktadır.

Bir gün kulübeye iyi giyimli bir kadın ve iki çocuğu birlikte gelir. Çocuklar ikizdi ve çocuklardan birinin sol bacağı engelliydi. Anneleri iki çocuğuna ayakkabı yaptırmak istiyordu. Biraz soruşturunca kadının çocukların gerçek anneleri olmadığı kadının çocukları evlat edindiğini, öğrenirler. Çocukların anne ve babası peşpeşe hayatlarını kaybedince o sırada kendi çocuğu olan bu kadın onları emzirmiş ama o sırada kendi çocuğunu kaybedince bu çocuklara çok bağlanmış hatta kendi çoğundan daha fazla sevmiş.

Tam o anda kulübeyi Mihael’in bulunduğu taraftan bir ışık aydınlatır. Hiç sesi çıkmayan Mihael oradakilere elveda deyip Allah artık beni bağışladı. Siz de beni bağışlayın deyince Simon o anda Mihael’in aslında farklı biri olduğunu anlar.

Mihael, Allah buraya beni üç hakikati öğrenmem için buraya gönderdi.

Hikayenin bu bölümüne kadar onun bir melek olduğunu anlayamıyorsunuz. Meğerse adı Mihael, yani Mikail olan bu kişi melekmiş.

Melek Mikail, bu üç hakikatten birincisini Simon’un eşinin ona gösterdiği merhamet ile öğrendiğini, sonra zengin adam çizmelerini ısmarladığında ikincisini, biraz önce minik kızları gördüğümde üçüncüsünü öğrendim diyerek bir açıklama yapar.

Melek Mikail neden Allah tarafından cezalandırıldığına dair ise şu açıklamayı yapar.

Allah’ın emirlerine uymadım, Allah benden bir kadının ruhunu almamı için dünyaya gönderdi. Kadın daha yeni doğum yapmış, ikiz kız doğurmuştu. Yani hikayede anlatılan başka bir kadın tarafından emzirilen ikiz çocukların annesi. Kadın, melek Mikail’den canını almamasını, çocuklarını emzirmesine izin vermesini ister. Mikail bu yalvarış karşısında kadının canını alamadan geri döner. Allah, git o annenin ruhunu al ve üç hakikati öğren der. Bu hakikatler, insanın kalbine ne hükmeder, insana ne verilmemiştir, ve insan ne ile yaşar.

Hıristiyanlık ve İslamiyet de melek inancı farklıdır. İslamiyet de melekler Allah’a mutlak itiat eder, Allah’a isyan etmez. Hıristiyanlık ta ise Allah’a karşı gelebilir, serbest irade özelliği vardır. İslam da melekler Allah’ın izni ile başka şekillere girebilirler.

İslami inanca göre sadece melek Azrail can alırken, hikaye de melek Mikail de can almaktadır. Yine İslami inanca göre melek Mikail’in görevi tabiat ve kainatla ilgili mevsimsel olayları idare etmektir.

Hikaye de Hıristiyan inancına uygun olarak, melek Mikail’in Allah’a karşı gelmesini ve isyanını görebiliyoruz.

Melek sözlerine devam eder. Ben yeryüzüne insan olarak indiğimde insanların, açlık ve soğuğa karşı ihtiyaçlarının ne olduğunu bilmiyordum. O anda çok açtım ve çok üşüyordum. Birden oradan geçen Simon’ı gördüm. Geçip gittiğini görünce bu adam bana yardım etmez diye düşündüm ama o geri döndü, bana yardım etmeye çalıştı. Biraz önce ölü gibi kötü görünen Simon, bu geri dönüş ile onda Allah’ın nurunu hissettim. Yardım edip beni eve götürdü. Evde eşi, Simon’u ilk gördüğümden daha kötüydü, beni dışarı atmaya çalışıyordu. Simon ona Allah’ı hatırlatınca kadın değişti, benim ev de kalmama izin verdi ve ben onda o anda hayatı gördüm.

Bu durumdan çıkarılacak ders, insanın kalbine hükmeden sevgidir, sevgi insana hayat verir.

Pekiyi, insana ne verilmemiştir?

Melek ikinci durum olarak çizme yaptırmaya gelen hali vakti yerinde adamı hatırlattı.

O adamla konuşurken arkasında arkadaşım ölüm meleğini gördüm. Benden başka kimse onu görmemişti ama ben onun akşam olmadan canının alınacağını biliyordum. Kendi kendime düşündüm adam bir yıl dayanacak bir çizme istiyordu ama akşam olmadan öleceğinin farkında bile değildi. İşte bu insan için artık çizme bir ihtiyaç değil onun ihtiyacı olan onların inancına göre terliktir ama insan bunun yani ihtiyaçlarının farkında değildir.

Pekiyi insan ne ile yaşar?

Üçüncü olay, ikiz kız çocuklar doğurmuş olan bir kadının çocuklarının başka bir kadın tarafından emzirilmesi. Kadın, melek Mikail’den canını almamasını, çocuklarının yaşaması için ona ihtiyacı olduğunu söylüyor ama kadının canı alınmasına rağmen onun çocuklarına en iyi şekilde komşu kadın tarafından bakılmış, hatta kadın kendi çocuğundan daha fazla o çocukları sevmiş, sevgi ile onların yaşamasına vesile olmuştu.

Bunları anlattıktan sonra melek insan şeklini terk edip bir nur halinde gökyüzüne yükseldi.

Bizler aslında 1400 yıl önce gelen kitabımız Kuran-ı Kerim ve peygamberimiz Hz. Muhammet vasıtasıyla hayır ve şerrin Allah’tan geldiğini biliyoruz. Bizim için bazen hayır sandığımız şer, şer sandığımız da hayır olabilir. Bunu ancak Allah bilir.

Tolstoy’un ilk olarak 1908 yılında yayınlanan peygamberimiz ile kitabını yıllar önce okumuştum. Kitap gerçekten Tolstoy tarafından yazılmışsa onun İslamiyet’e karşı yakınlığı apaçık görülmektedir hatta ben böyle bir kitabı yazanın mutlaka İslam ile şereflendiğine inanmaktayım.

Bu düşünceler bana Tolstoy’dan yaklaşık yüz yıl önce yaşamış Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin şiirini hatırlattı.

Hak, şerleri hayr eyler,

Zannetmeki gayr eyler,

Ârif ânı seyr eyler,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse, güzel eyler...

 

Sen Hakka tevekkül kıl,

Tefvîz et ve rahat bul,

Sabr eyle ve râzı ol,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse, güzel eyler...

 

Kalbin ana bend eyle,

Tedbîrini terk eyle,

Takdîrini derk eyle,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse, güzel eyler...

 

 Kitapta yer alan ikinci hikaye Üç Soru hikayesi,

Bir zamanlar bir kralın aklına üç soru takılır. Bu sorular, bir işe ne zaman başlayacağım, kimi dinleyeceğim, yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu nasıl anlayacağım.

Kral, eğer bu soruların cevabını bilseydim, girdiğim her işten başarıyla çıkardım düşüncesindedir.

Hikaye boyunca kral bu üç soruya cevap arar. Önce dört bir yana haber salar, sonra bilgeleri toplar. Bilgelerin her birinden farklı cevaplar alır hiç birinin cevabı onu tatmin etmez. Hatta birinci soru için sihirbazlara, ikinci soru için de hekimlere, savaşçılara bile danışılması gerektiğini söyleyenler olur.

Üçüncü sorunun cevabı olarak bazıları dünyada ki en önemli şeyin bilim olduğunu söylerken, bir kısmı savaşta ustalaşmak bir kısmı da ibadet diye cevap verir. Kralı bu cevaplar tatmin etmez. En sonunda kral bir münzeviye danışmaya karar verir.

(Münzevi; insanlardan kaçan, tek başına yaşamayı tercih eden demektir. Mesela bir fıçı içinde yaşayan Diyojen bir münzevidir.)

Münzevi bir ağaç kovuğunda yaşamaktadır. Yanına halktan başkasını kabul etmediği için kral

üstüne sade elbiseler giyip münzevinin yanına gider, münzevi o sırada çiçek tarlasında çalışıyordu, kralı görüp selam verdi ve işine devam etti.

Kral, münzeviye o üç soruyu sorup cevabını bekler ama cevap vermeyen münzevi çalışmaya devam eder. Cevap alamayan kral, münzeviye biraz da ben çalışayım diye teklifte bulunur. Tam yardım etmeye çalışırken bir kişinin koşarak yanlarına geldiğini görür. Yaralı haldeki adam bayılıp yere düşer. Adamı soyunca karnında büyük bir yara olduğunu görür.

Yaranın üzerine bastırıp kanı durdurur. Yaralı adamı münzevi ile beraber ağaç kovuğuna taşır. Kendisi de eşiğe çöküp uyur. Uyandıklarında adam krala

‘’Beni affedin’’ der. Kral neden affedeceğini anlayamaz. Adam konuşmasına devam eder.

‘’Ben kardeşimi astırdığınız ve mallarımıza elimizden aldığınız için sizden intikam almaya yemin etmiştim ama adamlarınız beni tanıyıp yaraladılar. Neyse ki onlardan kaçabildim. Yaramı sarmasaydınız ben ölecektim. Siz benim hayatımı kurtardınız. ‘’Beni affedin’’ der.

Kral adamla anlaştığı için çok mutludur.

Tam oradan ayrılırken münzevinin yanına gider. Üç soru için tekrar ondan yardım ister. O da aslında cevabını aldın diyerek söze devam eder.

‘’Dün çiçek dikerken bana yardım etmeseydiniz, yola çıkıp bu adamla karşılaşacak ve onun saldırısına uğrayacaktınız, yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit çiçek diktiğiniz vakitti, en önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana yardım etmekti.

Sonra bu adam yanımıza geldiğinde önemli vakit onunla ilgilendiğimiz vakitti, onun yaralarını sarmasaydınız, o adam sizinle barışmadan ölecekti. Önemli kişi o yaralı adamdı. En önemli iş de onun için yaptıklarımızdı.

Tek önemli vakit içinde bulunduğumuz vakittir. Sadece o an elimizden bir şeyler yapmak gelir. En önemli kişi o an kiminle berabersek o dur. Ve en önemlisi iyilik yapmaktır, çünkü insan dünyaya iyilik yapmak için gelmiştir.

Tam bu hikayeye uygun yine Şeyh Galip’in  (1757-1799) bir sözü vardır.

Dün geçti, yarın gelir mi bilinmez dün geçti, yarın gelir mi gelmez mi bilinmez, saat bu saattir an bu andır.

Kitabın üçüncü hikayesine gelince İnsana Ne Kadar Toprak Lazım?

Hikayenin kahramanı Pahom aç gözlü, parayı, malı, mülkü çok seven hatta bu yolda ölümü göz alan (öldükten sonra mal, mülk neye yarayacaksa) muhteris tüccardır. Peyamberimizin dediği gibi bu muhteris insanların bir vadi dolusu altın olsa bir vadiyi daha ister.

İşte Pahom mülk edinme hırsı ile bir Türk topluluğu olan Başkırlar’dan kolaylıkla toprak edineceğini düşünerek yanlarına gider. Aslında onu unutulmayacak bir son beklemektedir. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olacaktır. İlginç bir hikaye.

Kitabın dördüncü ve son hikayesi Efendi ve Uşak

Yine üçüncü hikayedekine benzer bir toprak sahibinden bahsedilmekte. Efendi diye hikaye de geçen bu toprak sahibi, elindekilerle yetinmeyen hırsları aklının önüne geçerken daha fazlasını isteyen, kendisine karşı koyamayacak durumda olan uşağını da kendisiyle birlikte bilinmezliğe sürüklemekten çekinmeyen bir kişiliktir.

Bir toprak alımı yapmak için tipide yola çıkan efendiye pek çok kişi bu havada gitmemesi için uyarıda bulunmuş gitmekten vaz geçirmeye çalışmıştı. Hatta alacağı araziye giderken yolu bildiği bir köye düşer. Isınmak için tanıdığı bir adamın evinde mola verir. Kendisine içki ikram edilirken, uşağa da semaverde çay ikram edilir. (Burada dikkatimi çeken; bir tarafımla Erzurumlu olarak, uşağın semaver den çay içerken çayı kıtlama şekerle içmesi. Erzurum’a bu çay içme şekli Rusya’dan gelmiş). Evin sahibi ısrarla bu havada bu gece burada kalın yarın gidersiniz der ama dinletemez. O tipide tekrar yola çıkarlar, Sürekli bir çember çizip, nerdeyse bir adım ilerleyemezler. O dondurucu soğukta kimseyi dinlemeyen efendi, kendi canını kurtarma telaşına düşer. Uşağını adeta ölüme terk ederek atı alıp kaçar. Bir yandan yola çıktığı için pişmanlık da duymaktadır. Bunu sık sık dile getirir ama iş işten çoktan geçmiştir.  

Hayatta bir neşe tatmadan, ömrü kesintisiz kölelikle geçen uşağın o andaki çaresizlikle artık ölüp ölmemek umurunda değildi. Zaten ömrü efendilerine hizmetle çürüyüp geçmişti. Burayı bırakıp gitmekte zor ama ölüme de alışırım diye düşünürken günahları aklına gelir. Bir hayal alemine dalar, sonra soğuğun etkisiyle de uyku bastırır.

Kadere bakın ki efendi o tipide yolunu kaybedip dönüp dolaşıp bir çember çizerek ölüme terk ettiği uşağının yanına gelir. Uşağını soğuktan ölmek üzereyken bulur. Uşak, efendiye

‘’Ben ölüyorum, benim sende olan paramı karıma ya da oğluma ver’’der.

Efendi, uşağın üzerindeki karları temizleyip onun üstüne yatar. Onun ısısı ile uşak kendine gelir. İşte insan olmak budur diye bir tespitte bulunur. Uşak kendine gelirken, efendi üşümeye başlar. O sırada göz ucuyla atına bakar oda iyi değildir. Efendi o kadar üşümüştür ki hiçbir tarafını kımıldatamaz ama uşağın kendine gelmesi onu mutlu etmiştir ve son nefesini verir. Uşak, efendinin öldüğünü anlar, atında yerde kaskatı olduğunu görünce kendinin de sonunun yaklaştığını düşünür.

‘’Yarabbi uzun sürmese, ne olacaksa olsa hemen olsa’’ diye içinden geçirirken köylülerin geldiğini fark eder. Alıp onu hastaneye götürürler. Bu olaydan sonra uşak yirmi yıl yaşar.

Öldüğünde gittiği öbür dünya da rahat mıdır? Aradığı huzuru bulmuş mudur? Bunu en doğru olarak oraya gittiğimiz de öğreneceğiz. Kitap bu cümleyle sona erer.
Kitap okunması gereken ders verici özellikte bir kitap. Tavsiye ederim.

Copyright www.leylakent.com her hakkı saklıdır.
photo
Bize Yazabilirsiniz
* Lütfen boş alan bırakmayın.