25.10.2024
Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
DİKEN ve KARANFİL
Hamas’ın efsanevi lideri İsmail Heniye, İsrail tarafından şehit edildiğinde yerine geçen Yahya Sinvar kim diye araştırırken onun sadece Filistinli bir politikacı ve direnişçi değil aynı zamanda bir yazar olduğunu öğrenmem ilgimi çekti.
Sinvar, tıpkı kitabının kahramanı Ahmet gibi 1962 yılında Mısır’ın yönetimindeki Gazze’nin Han Yunus mülteci kampında doğdu. Ailesi, 1948 yılında zorla yerinden ettirilerek, işgal altındaki Filistin’in güneyindeki El Mecdal (Aşkalan) kentinden Han Yunusa geldi. Sinvar, Han Yunus da liseyi bitirdikten sonra, Gazze İslam Üniversitesinde, Arap Dili ve Edebiyatı bölümünü tamamladı. 1988 yılında hapse giren Sinvar, 2011 yılında esir takasıyla özgürlüğüne kavuştu.
Sinvar, İsrail hapishanelerinde, kişiliğiyle etrafındaki mahkumlar üzerinde belli bir otorite sahibiydi. Muhbir olarak gördüğü kişileri hiç düşünmeden cezalandırması onun hapisten çıkmasıyla Hamas içinde yükselmesini sağladı.
Bu arada hapiste iken akıcı bir şekilde İbranice’yi öğrenmesinin sebebi de İsrail toplumunu daha iyi anlamanın, düşmanının dilini iyi bilmekten geçtiğinin farkındaydı. İbraniceyi iyi bir şekilde öğrendikten sonra İsrail güvenlik sistemi ile ilgili her türlü bilgiyi Arapçaya çevirip bu bilgileri mahkum arkadaşları ile paylaşması onun Hamas içinde fark edilmesini ve ön plana çıkmasına yardımcı oldu.
Sinvar, Filistin’in yakın tarihine ışık tutan Diken ve Karanfil (Eş Şewk ve’l Qaranful) (Thorn and Clove) isimli otobiyografik-anı kitabını 1988 den 2011 yılına kadar kaldığı hapishane de kaleme almış, serbest bırakılmasından yedi yıl önce tamamlamıştır.
Tercüme eden kişinin, kitabın hem olay örgüsü hem de estetik kaygıdan uzak anlatımı sebebi ile tam anlamıyla bir roman için gerekli şartları yerine getirmediğini söylemesine rağmen işgal altındaki Filistin toplumunu, özelliklede kamplarda yaşayan Filistinlilerin günlük hayatlarını, birbirleri ile olan ilişkilerini anlatması açısından benim için ilginç bir kitap.
Çocukluğu dahi gözaltına alınmalarla geçmiş Sinvar bir dava adamı. Bu kitabı edebi bir kitap yazıyım kaygısından uzak, işgal altındaki vatanı için halkını direnişe çağırmak, mücadeleye davet etmek, yaşananları unutturmamak, yaşananları gelecek nesillere aktarmak kaygısı ile yazmış. Tekrarlar ve ifade bozuklukları olduğu söylenmesine rağmen, ben işin bu kısmına bakmayıp kitabın bir senedir o bölgede yaşananları daha iyi anlamamız açısından mutlaka okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Kitap, Gazze şeridinin Mısır’ın elinde olduğu 1967 yılından hemen önce başlıyor. Yaşananlar, 1962 doğumlu o zaman 5 yaşında olan Ahmet’in yani aslında Sinvar’ın gözünden anlatılıyor.
Kitap 30 bölümden oluşuyor. Ben burada kitabı tanıtmak amacıyla ilk 7 bölümünü düşüncelerimi de katarak özetlemeye çalışacağım.
I. Bölüm
1967 kışıydı. Yani Haziran 1967 de yaşanan Arap-İsrail savaşından kısa bir süre önce. Yer, 1948 yılından 1967 yılına kadar 20 yıl boyunca Mısır’ın kontrolü altında kalan Gazze şeridinde bir mülteci kampı. Burası sonradan öğrendiğimize göre Gazze şeridinin kuzeyinde Gazze şehrin de yer alan Eş-Şati mülteci kampı. Kamp Filistin topraklarındaki 3.büyük mülteci kampı.
Yağmur yağdı mı evlerin sürekli su altında kaldığı kampta, Ahmet her seferinde sel korkusu yaşadıkları evlerinde kendisinden büyük beş kardeşi ve kendinden küçük kız kardeşi, anne, baba ve dedesi ile birlikte yaşamaktadır.
Kampın yakınındaki karargah da ise Mısır ordusuna mensup askerler nöbet tutuyorlardı. Oradaki askerlerin çocukları sevmesi, ilgileri, Ahmet ve kardeşine yanlarına gittiklerinde mutlaka yiyecek bir şeyler vermeleri ile kitapta sonradan işgalci İsrailli askerlerin Filistin halkına yaptıkları karşılaştırıldığında aradaki fark açıkça görülmektedir.
Kış bitip de bahar geldiğinde yazar etrafta sıkıntılı bir hava, bir telaş vardı, babam komşumuzdan ödünç kazma alıp evin önüne büyük ve uzun bir hendek kazmaya başlamıştı diyerek gelecek olan 5 Haziran 1967 deki İsrail saldırısından bahsetmektedir. 5 Haziran 1967 de işgalci İsrail, Sina’da ki Mısır ordusuna ani bir saldırı düzenleyip Mısır’ın Sina yarımadasını, Suriye’nin Golan tepelerini, Filistin’e ait Gazze ve Batı Şeria’yı işgal eder.
O sırada çocuk yaşında biri olan Ahmet bir anormallik olduğunu sezmiş ama tam ne olduğunu anlayamamıştı. Babasının kazdığı o hendek aslında bir sığınaktı. Bu tarihten sonra artık onları yağmurlu, fırtınalı gecelerden daha kötü yıllarca sürecek kabus dolu günler bekliyordu.
O zamanlar tam olarak olanların farkında olmayan Ahmet, amcasının oğlu ile birlikte tatlı yemek için her zamanki gibi Mısırlı askerlerin yanına gitmek ister. Oraya gittiklerinde bir sürprizle karşılaşırlar. Her zaman onları görmekten mutlu olan Mısır askerleri bu sefer onlara uzaklaşın, annelerinizin yanına gidin diye bağırınca çocuklar ne olduğunu anlayamadan hayal kırıklığı ile geri dönerler.
Ertesi gün ise ailece yanlarına biraz su, yemek ve yatak alarak kazdıkları daracık hendeğe yerleşirler. Çocuklar sebebini anlayamadıkları bu durumdan dolayı büyük bir korku içindedirler. Ailelerini hendeğe yerleştiren baba ve amca işgalcilerle savaşmak üzere kampı terk ederler. Amca, 1964 yılında, Filistin Kurtuluş örgütüne katılırken baba da Halk Direniş Hareketi saflarına katılır.
Hendekte, dışarda gittikçe şiddetlenen patlama sesleri arasında aile korkuyla beklerken bir yandan da amca ve babanın sağ salim eve dönmesi için dualar etmeye başlarlar.
Evin dedesi, daima Yahudileri yenip, bir gün topraklarına döneceği umudu taşırken savaşın Filistinlilerin aleyhine değiştiği haberleri gelmeye başlayınca artık hayatın hiçbir değeri kalmadığını düşünerek hendeğe girmeyi reddeder.
Bu sırada dışardan bazı sesler gelmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla kampta Yahudilerle işbirliği yapan birisinin yani bir casusun peşindedirler. Arada yükselen ağıtlar, yürekleri dağlıyordu.
Radyodan haberleri dinleyen komşuları ağlayarak yanlarına gelir ve o çok kötü haberi verir.
‘’Yahudiler ülkemizi işgal ettiler’’ deyince oradaki herkes feryat ederek ağlamaya başlar.
Sonra bir sessizlik olur hendekten çıkıp eve girerler. Ev de bulunan dedeleri ile kucaklaşırlar. Baba ile amca o gece eve dönmezler. Sabah olunca etrafta bir hareketlilik başlamıştır. Herkes komşusunu, akrabasını arayıp, onların sağlık durumunu araştırmaya başlar. Neyse ki mahallelerinde fazla bir zayiat yoktur, işgalciler de çekilmiştir.
Direnişçiler ise kısa bir süre sonra Mısır bayraklı bir tank birliği geldiğini görünce yardım geldiğini düşünerek sevinçle bulundukları hendeklerden çıkarlar ama tanklara yaklaşınca yoğun bir ateş altında kalırlar hepsi hayatlarını kaybederler. Çünkü gelenler aslında işgalci İsrail birlikleridir.
Bir süre sonra da İsrail, sokağa çıkma yasağı ilan eder. Sokağa çıkacak olanların ölüm tehlikesi ile karşılaşacağını söylerler. Sonrasın da on sekiz yaşından büyük bütün erkeklerin kendilerine en yakın okullarda toplanmasını isterler. Gelmeyenleri ölümle tehdit ederler. Evde, söyledikleri şartlara uyan bir tek dede vardır. Onu da çok yaşlı olduğunu gördükleri için yoldan geri çevirirler.
On sekiz yaşından büyük erkeklerden gelmeyenler var mı diye evlere baskınlar düzenlenir. Şayet birini görürlerse hiç tereddüt etmeden kurşun yağdırmaya başlarlar. İşgalci İsrail askerleri okullarda toplanan erkekleri tek sıra halinde dizip yere oturturlar, silahlarını onlara doğrulturlar.
İşte tam bu sırada bir cip gelir. İçinden bir subay çıkar. Esirlerin birer birer cipin yanından geçmelerini ister. Bazıları geçerken arabadan sinyal sesi geliyordu. Sinyal sesi verenler döverek, aşağılanarak başka tarafa alınıyordu.
O cipten çıkan subay bu bölgeden sorumlu olduğunu, Arapların yenilmesiyle ile ilgili yeni bir durum oluştuğunu uzun uzun anlatır. Huzuru bozan olursa ya hapsedilir ya da idam edilir demeyi de ihmal etmez.
Sinyal sesi verenler arasından on beş kişi seçilip duvara dizilir. Askerler silahlarını alıp yere çökerler. Duvara dizdikleri insanların üzerine ateş ederler. İnsanların cansız bedenleri bir bir yere yığılır. Terden sırılsıklam olan kalanları arkadan ellerini ve gözlerini bağlayan işgalci askerler, Mısır sınırını geçene kadar onlara eşlik ederken gitmek istemeyenler olursa onlar için ölünceye kadar ateş etmeleri emri verilir.
Sizlere aktarmaya çalıştığım bütün bu olanlar kitabın I. Bölümün de yer almaktadır.
II. Bölüm
Günler geçiyor aile her yer de baba ve amcayı arıyordu. Özellikle dede iki oğlunu bulabilmek için çırpınıyordu. Günlerce oğullarını arayan dede bir gün perişan halde, gözyaşları içinde eve gelir. İki oğlundan birinin ölüm haberini almıştır. Yani Ahmet, amcasını kaybetmiştir. Sadece dede değil hepsi feryat figan ağlamaya başlarlar. Dede sonunda bütün acısına rağmen diğer oğlunu bulmak için tekrar yollara düşer.
Bütün evin sorumluluğu üzerinde olan anne ve yenge su, günde 2 veya 3 saat verildiğinden, yardım kuruluşlarının tankerlerle verdiği suyu alabilmek için her gün sıraya girerken, ayda bir kere de eşekleri kullanarak ellerindeki yardım kartları ile evlerinin erzak ihtiyaçlarını karşılamaya yine bu kuruluşlara gidiyorlardı. Kadınların ve çocukların sağlık hizmetlerinden faydalandıkları yer ise İsveçlilere ait sağlık ocağıydı.
Yazar bu bölümde ayrıca erkek ve kız çocuklarının sokakta oynadıkları oyunlardan da bahsetmekte. Yedi kule (biz de yedi kiremit), sek sek gibi çocuk oyunları. Oyunlardan en ilginci Arap-Yahudi oyunu. Oyunda biri Arap, diğeri Yahudi iki takım kuruluyor. Ellerinde tahta ve sopaları silah olarak kullanıp birbirlerine ateş ediyorlar. Birbirlerine vuruldun sen çık diyorlar. Ağız dalaşı olarak başlayan oyun sonunda bazen kavgaya dönüşüyorken sonunda mutlaka kazanan Arap takımı oluyordu.
Ailenin durumu komşularına göre çok daha iyiydi. Çünkü tekstil atölyesi sahibi, Ahmet’in dayısı aileye yardım ediyordu. Salih dayı, Gazze şeridi İsrail tarafından işgal edilmeden önce Mısır’dan tekstil makinaları getirtmişti. Kumaş üretimi yapıp, Gazze şeridindeki kumaş tüccarlarına satıyordu. Salih dayı aileye para verdiği gibi, ailenin çocuklarına iş yerinde iş vererek de okul harçlıklarını çıkarmalarını sağlıyordu.
Bütün bunlar olup biterken şehit edilen amcanın eşi daha fazla çevre baskısına dayanamayıp evlenir, çocuklarını ise Ahmet’in annesine bırakır. Anne, o zor şartlar altında hem kendi çocuklarının, hem de eltisinin çocuklarının sorumluluğunu üstüne alırken, maddi, manevi onları en iyi şekilde yetiştirmeye çalışır.
1967 savaşından sonra kampa hakim olan işgal güçleri, akşam yediden sabah beşe kadar sokağa çıkma yasağı uyguluyorlardı. Yasağa uymayıp sokağa çıkanlar kampın cadde ve sokaklarında işgal kuvvetlerinin kolaylıkla hedefi olabiliyordu.
Dede yasak saatler dışında olağanüstü bir durum olmazsa namazını mutlaka camide kılıyordu. Cami dedikleri yer aslında, üzeri saç levha ile örtülü, ufacık pencereleri olan büyükçe bir odaydı. Küçük minaresine taştan basamaklarla çıkılıyordu. Dede camiye giderken torunu Ahmet’i de yanına alır, Ahmet de onun yaptıklarını taklit ederek dedesiyle birlikte namazını kılardı.
Benim burada dikkatimi çeken en önemli şeylerden biri buradaki insanların dinlerine bağlılıkları ve ne olursa olsun her şart altında ibadetlerini yerine getirme istekleri. Hayran olmamak mümkün değil.
Merak ettiğm başka bir konuda Filistinlilerin Gazze’den Batı Şeria’ya ya da Batı Şeria’dan Gazze’ye geçişleri nasıl ve hangi şartlarda oluyordu. Yaptığım araştırmalara göre işgal altındaki topraklarda 1967 den beri Batı Şeria ve Gazze’de ki nüfus kayıtları İsrail’in kontrolü altındadır. Batı Şeria, Gazze ve Kudüs arasında seyahat yapmak isteyen Filistinliler İsrail den izin almakta zorundadır.
2003 yılında Batı Şeria ile Kudüs arasına bir duvar çekildi. İsrail, Batı Şeria’daki Filistinlilerin olağan günlerde özel izinliler dışındakilerin Kudüs’e girmelerine izin vermezken, Gazze de yaşayanların ise ne Kudüs’e ne de başka bir yere seyahat etmelerine müsaade etmemektedir. Bu durum özellikle 2006 yılından beri sıkı bir şekilde devam ediyor. Hamas, 2007 yılında Gazze de seçimleri kazanınca El Fetihten şehri teslim aldı. Bunun üzerine İsrail Gazze’yi havadan, karadan ablukaya alıp Gazze’yi dünyadan tecrit etti. Halbuki ablukadan önce Batı Şeria’nın Ramallah ve El Halil şehirlerinden Gazze’ye minibüsler vardı, Gazze’nin bir şekilde dünyayla bağlantısı mevcuttu.
III. Bölüm
Bu bölümde yazar, en ince ayrıntısına kadar teyzesinin düğününü detaylandırırken adeta bir Anadolu düğününü anlatıyor. Her şey gibi düğünleri de gün batımında sona ermek zorunda.
İşgale karşı direnmek için bir düğünde olsa her fırsat değerlendiriliyordu. Dayı, düğün sırasında bulunmadığı evini toplantı için kullansınlar diye vatanlarını işgalcilerden kurtarmak için çırpınan direnişçilere tahsis etmişti. Düğün bitip eve geldiklerinde direnişçiler çoktan gitmişti bile.
İşgal kuvvetlerinin uyguladığı sokağa çıkma yasağı yüzünden dışarıda hayat güneş çekilince sona eriyor, Gazze tamamen karanlığa bürünürken arada buradayız mesajı veren işgal kuvvetlerinin arabalarının yaptığı gürültüler duyuluyordu.
Kitapta anlatılan beni etkileyen sahnelerden biride dedenin Ahmet’i elinden tutup dışarı çıkarması ve yolda ona içlenerek geçip giden gençlik yıllarını, kaybedilen savaşları ve işgal altındaki topraklarını anlatmaya başlamasıydı. Anlattıkları bittikten sonra cebinden bir kese çıkartıp içinden Ahmet’e biraz bozuk para uzatır ve
‘’Haydi kendine bir şeyler al’’ der.
Ahmet de şeker alıp dedesinin yanına döner. Dedesine şekerleri uzatıp almasını istediğinde dedesi onlar senindir, kurban olduğum diyerek geri çevirir.
Öğle vakti olunca da yine her zaman olduğu gibi camiye giderler, dedesi abdest alırken Ahmet de onu taklit etmeye başlar. Bu durumu gören Şeyh Hamid ‘’İnşallah bu çocuk çok dindar olacak’’ deyince dede içten ‘’İnşallah’’ diye karşılık verir.
Direniş bazen yavaşlar gibi gözükse de aslında insanların aklı, fikri direnişdeydi.
Bir müddet geçtikten sonra insanlar kaybedecek neyimiz var inancıyla tekrar direnişe başladılar. İnsanlarda izzet ve şerefle geçen bir dakikalık hayat, işgal askerlerinin postallarının altındaki bin senelik hayattan daha iyidir düşüncesi hakimdi. Direniş özellikle Cibaliye mülteci kampında en üst seviyedeydi. Kampın adı Devrim Kampına çıkmıştı.
Her fırsatta işgal devriyelerine ateş açılıyor, el bombaları atılıyordu. İşgal kuvvetleri de karşılığında sivil halka şiddet uygulayıp üzerlerine rastgele ateş açıyor, yaralıyor hatta öldürüyorlardı.
Sonunda işgal kuvvetleri tarafından gündüzde sokağa çıkma yasağı uygulanmaya başlamıştı. Öncesinde olduğu gibi erkekleri okula topladılar. Topladıklarına her türlü şiddet, dayak, aşağılama uygulayıp bazılarını ise tutukladılar.
Direnişler hız kesmeden geceleri de devam ederken güneşin doğmasıyla birlikte direnişçiler ortadan kayboluyorlardı.
Ahmet, bu karışık, fevkalade tehlikeli ortamda okula başlar.
Yine burada dikkatimizi çeken diğer bir nokta, Gazze de aileler erkek ve kız çocuğu ayrımı yapmadan bizim için olağanüstü olan o şartlarda dahi bütün şartları zorlayıp mutlaka çocuklarına eğitim aldırıyorlar.
