21.04.2025
Leyla KENT. Yazar, Seyyah Leyla Kent
BATI BATI DEDİKLERİ (YAZ İZLENİMLERİ ÜZERİNE KIŞ NOTLARI)
Hangi kitabı okuyum diye bakınırken tesadüfen bir sahafta Dostoyevski’nin Batı, Batı Dedikleri (Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları) adlı kitabını gördüm. Dostoyevski’nin böyle bir kitabı olduğundan haberim yoktu. Hayran olduğum yazarın nerdeyse bütün kitaplarını okuduğumu zannediyordum. Bu kitapla beraber Bir Yazarın Günlüğü adlı kitabını okumadığımı fark ettim. Demek ki okumadığım iki kitabı varmış. Bu da benim ayıbım olsun.
Kitabı merakla okumaya başlıyoruz.
Yazar, dostlarım, sizlere yurt dışı izlenimlerimi anlatmam için kaç aydır beni sıkıştırıyorsunuz, diye kitabına başlarken biz Ruslar Avrupa’yı Rusya’dan daha fazla biliyoruz diye sözlerine devam ediyor.
1861 yılıdır. Yazar aslında ilk defa Avrupa’ya gitmiştir ama ironide bulunarak çocukluğumda Avrupa’ya gitmiştim diyor. Böyle demesinin sebebi annesinin ona İngiliz korku kitapları yazarı Ann Radcliffe’nin kitaplarını okumasıyla ilk defa Avrupa ile tanışmasıydı. Bu kitaplar beni öyle korkuturdu ki bütün gece sabaha kadar kabuslar görür zangır, zangır titrerdim diyerek yaşadıklarını anlatmakta.
Avrupa da 2.5 ay kalmış, Avrupa’nın pek çok şehrini gezmiştir. Bu durumu anlatırken bu kadar sürede bu kadar yeri gezmekle insan tam olarak ne görebilir, ne de anlaya bilir diye gerçekleri dile getirmektedir. Elden geldiğince bu kadar sürede çok şey görmeye çalışmış, en çok da Roma’ya gidemediği için üzülmüş.
Mesela trenle iki gün zor şartlar altında gittiği ve St.Petersburg’a çok benzettiği Berlin de bir gün kalabilmiş yine de St.Petersburg’a bu kadar benzeyen şehri görmek için bu kadar cefaya katlanmaya değer miydi diye düşünmekten de kendini alamamıştır.
İki defa gördüğü Köln de de Köln katedrali ile ilgili birincisinde güzelliğini fark edemedim ama ikinci görüşümde de yüce yanı azmış diye içinden geçirirken aynı duyguları Köln köprüsü içinde hissetmiştir.
Almanlar için kendilerini pek beğeniyorlar hatta Rusları küçümsüyorlar. Sizin köprünüz varsa bizim de semaverimiz var, dergilerimiz var, en güzel elişleri bizde yapılıyor demesi ilginç. Köln’den bir şişe kolonya alıp Paris’e geçiyor.
Bu arada söz gelimi diyor Berlin de, Köln de ya da Dresden de bir hafta kalabilseydim, pırıl pırıl güzel bir hava da bu şehirleri görebilseydim belki daha farklı düşünebilirdim diye kendini sorguluyor. 2.5 ayda her şeyi doğru olarak görmenin mümkün olamayacağını yine de elimde geldiğince size izlenimlerini anlatacağım diyerek sözlerine devam ediyor.
Yazar bazı konularda yanılabilir yanlış bilgi verebilirim ama bazı gerçekleri de görmemezlikten gelemem diyerek Paris de Notre-Dame’ da bekar erkeklerle, hafif kadınların katıldığı Mabil balolarından söz etmek lüzumunu hissediyor.
Okumaya devam ediyoruz.
II. Bölüm şu cümle ile başlıyor.
Fransız da mantık yoktur, eğer kendisinde mantık olsaydı bunu mutsuzlukların en büyüğü sayardı sözünü Rus yazar Fonvizin söylemiş. Fonvizin hayatı boyunca Fransız kaftanı giymiş, Ruslarda şövalyelik olmadığı halde şövalye soyundan geldiğini söyleyecek kadar Fransız hayranı olan bu şahsiyet yurt dışına çıkar çıkmaz gördükleri karşısında Paris’i nefretle anmaya başlamış.
Yazarın şu sözleri de ilginç, biz Ruslar ne kadar ilginç insanlarız biz gerçekten Rus muyuz? Niçin Avrupa’nın bu denli güçlü, büyüleyici etkisi olduğuna inanıyoruz. Aslında böyle düşünen biz bir avuç azınlık. Geri kalan elli milyon çoğunluk buna inanmıyor.
Kendisinin keşfinde de önemli rol oynayan Batı hayranı gibi görünen, Rus yazar ve eleştirmen Belinski den de söz ederken aslında o Slavyanofil yani bir Slav severdi diye bahsetmekte. 1846 yıllarında Belenski ve arkadaşları Batının özellikle de Fransa’nın hayranıydılar. O devirlerde Fransa’nın önünde saygıyla eğilinirdi. Yazar Çaadayev ile birlikte Ruslara özgü olan değerleri körü körüne küçümseyen, Rus olan her şeye dudak bükenlere karşı yazar memleketini sevdiğini ispatlamak için illaki yabancılara küfretmek gerekir anlamı da çıkarılmaması gerektiğini söylemektedir.
Yine Rusya da bazı beyler emri altındaki köylülerden farklı olmak için kıyafet olarak bale kostümünü anlatan kıyafetler dahi giymişler. Hatta bir bey bir gün köylülerin yanına onların giydiği kıyafetlerden giyip gidince köylülerin aralarında kim bu palyaço kılıklı herif diye konuştuklarına hayretle şahit oluyorsunuz.
Bu düşünceler içinde yazar nihayet trenle o çok istediği Avrupa gezisine başlar ilk olarak o tarihlerde Prusya da bulunan Eydtkuhnen’e gelir. 40 yıldır hayalinde yaşattığı Avrupa’yı görecektir. Çok heyecanlıdır.
Yolculuk devam ederken yazar işsiz güçsüz oturmaktan da çok sıkılmıştır ama önünde çok uzun bir yol olduğunun da farkındadır.
Başından beri dikkatimi çeken bir şeyde yazarın kitabın başından sonuna kadar devrik cümleler kullanması. Başta bayağı bir yadırgıyorsunuz ama sonra ister istemez alışmaya başlıyorsunuz.
Hayatlarının çeşitli devrelerinde batının özellikle Fransa’nın büyük etkisi olmuş, Fransa sözüm ona uygarlığı ile Rusya’yı esir almış bu durumu yazar Fransa bize ne kadar uygarlık getirdi derken aslında bizi ne kadar uygarlıktan uzaklaştırdı. Bu durum karşısında biz ne kadar saf bir milletiz, ne kadar iyi niyetliyiz diye serzenişte bulunmaktan kendini alamıyor.
Ayağımıza ipek çorap geçirip birde peruk takıp kılıç kuşandık mı Avrupalı olacağımızı sanıyorduk. Beylerin emirleri altındaki köylüleri ruh yönünden onlara benzetmek için hayli kırbaç şaklattılar diyerek aslında yapılan zorbalıktan bahsediyor.
Bu ısmarlama zoraki Avrupalılık St Petersburg’dan başlayarak bütün Rusya’yı etkisi altına almıştı. Sonunda öyle kibarlaşmıştılar ki sopa atmak gerekince kibar kibar vuruyorlardı.
Rusya da batılılaşma hareketlerinin I.Petro ile başladığı söylenir ama aslında Petro’dan daha önce başlamıştı.
Rusya da soylular batıdaki gibi halktan uzakta şatolarda yaşamamış, emrindekilerle beraber yaşama yolunu seçmişlerdir ama yıllar içinde batılılaşmanın etkisinde kalan soylularla halk arasında uçurumlar oluşmaya başlamıştı.
Avrupa da, Avrupa’yı derinden etkileyen zincirleme iki devrim oldu. İlk önce 1789 da Fransız burjuvazisi soylulara karşı Fransız devrimini yaparken daha sonra Rus işçisi de 1917 de Rus burjuvazisine karşı Rus devrimini yaptı.
Ruslar ve Türkler aşağı yukarı aynı zamanlarda batılılaşma baskısına, zorbalığına maruz kalmıştır. Rus aydınlar içinde tıpkı bizde ki gibi karşı çıkanlar olmuştur ama Rusya da batılılaşma baskısı zaman zaman vahşete dönüşmüştür.
Rusya da batılılaşma hareketleri I.Petro zamanında zirveye ulaştı. Batılı danışmanlarıyla batılılaşmayı sadece bilimsel alanda değil görünüş olarak giyim de kuşam da da uygulamaya çalışmış, sakalsız bir ordu kurmuştu. Sakal bırakanlara ağır vergiler uygulamış, saç biçimine hatta tabut şekline kadar karışmıştır. Hatta sakal ve bıyık bırakmakta ısrar eden soylular falakaya yatırılmış, Rus kıyafeti ile iş yapan tüccarlar kırbaçlattırılmıştır. Hükümdarlığı sırasında sayısız insanı kurban verilerek Amsterdam şehrini hatırlatan St. Petersburg kurulmuştur.
Kısacası Rusya, Ortodoks geçmişinden uzaklaştırmaya çalışılmıştır. Bu durum Anna Karenina devrinde zirveye ulaşmışken, 1789 yılında Fransız devrimi gerçekleşir. Hür düşünce fikri bu tarihten sonra sekteye uğrar. Yine de batılılaşmaya isteği son hız devam eder.
Sonunda Rus aydını ikiye ayrılır. Batıcılar ve Slavofiller. Batıcılar ateist, I. Petro’yu örnek alarak geleneksel Rus hayatını reddederken, Slavofiller I. Petro ve onu takip edenlerin yanlış yolda olduğunu savunan dindar insanlardı.
Yazarımız Dostoyevski, batı karşısında milliyetçi ve dini görüşü ağır basan batıdan daha çok doğuya destek veren kiliseden daha çok manastıra yer vermesiyle dikkati çekmektedir.
Bu arada yazarın Rusya’nın büyük devletler statüsünde yer alıp, sıcak denizlere ulaşmasının önünde Osmanlı’yı engel olarak görmesi onun bir Türk düşmanı olmasına sebep olmuştur. Yine de batıdan gelen ateizm, nihilizm, sosyalizm gibi akımlara karşı olması onu Türk toplumu ile yakınlaştırmıştır.
Yazarımız bu zoraki batılılaşma hareketine karşıdır. Avrupa uygarlığını benimsediniz mi üç beş de kitap okudunuz mu her problem hallolmuş olarak görülüyordu. Biz öylesine uygarlaştık öylesine Avrupalılaştık ki halkın yüzümüze baktıkça midesi bulanıyor, bizi hepten başka ulustan sayıyor, tek bir kitabımızı, tek bir sözcüğümüzü, tek düşüncemizi anlamıyor. Biz de halkı, halka ait olan her şeyi öylesine küçük görüyoruz ki hatta onlara karşı tiksinti duyuyoruz. Halbuki uygar zannettiğimiz Avrupa da bile her ilerlemenin tepesinde kırbaç ve cezaevi vardır. Uygarlığın batıda bile ipliği pazara çıkmıştır.
Yazar burada Rus komedi oyun yazarı Griboyedov’un Akıldan Bela eserinden bahsediyor. Bu satırları ilk okuduğunuz da yazar kimden ya da kimlerden bahsediyor diye bir mana veremiyorsunuz. Akıldan Bela kitabını okumamıştım, hatta duymamıştım. Kitabı araştırmaya başladım ve bu tiplerin kitabın kahramanları olduğunu gördüm. (En kısa zamanda bu kitabı bulup okumaya çalışacağım).
Eserin kahramanı Çatski, toprağını seven sevimli, heyecanlı bir tiptir. Aslında bir laf ebesi, palavracıdır. Bir gün gittiği Avrupa seyahatinden geri döner. Zeki bir insan olmasına rağmen kendisine bir türlü uygun bir iş bulamamıştır. Aslında aile iki, üç nesildir kendilerine uygun bir iş bulamamaktadır. Yazar onun zeki bir insan olduğuna inanmamaktadır. Zeki insan bir şekilde olsun kendisine bir iş bulabilirdi diyerek Çatski’nin nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu şu cümlelerle anlatmaya çalışmaktadır.
Kişiye akıl istediği bir şeye ulaşması için verilmiştir. Kilometrelerce yol yürürsün hiçbir şeye yaramaz ama istediğin şeye ulaşmak için yürüdüğünde yüz adım atmak seni ona yaklaştırır. Bir adımda istediğine ulaşmak istiyorsan bu akıl değil, rahatına düşkünlüktür.
Çatski gibi ben de şu an da o çok sevilen Avrupa’ya gidiyorum diye Rus aydınlara gönderme de bulunuyor. Çatskilerin kuşağı hatta Moskova hepsi toptan, kaplıcalarına varıncaya kadar oradaydılar. Aralarında bir tek Akıldan Bela kitabının, suskun, sessiz kahramanı Molçalin yoktur. Yazar Molçalin için anayurduna doğup büyüdüğü topraklara kendini adadı, Petersburg da oturuyor, Rusya’yı tanıyor, Rusya da onu tanıyor, artık eskisi gibi susmuyor tersine durmadan konuşuyor diye aslında övgüde bulunuyor.
Kitabı okumaya devam ediyoruz. Yazar bu aydın takımın Avrupa’ya giderek mutlu olacaklarını sanıyorlardı ama yüzlerinde hüzün vardı. Hepsi ellerinde bir gezi rehberi oradan oraya görülmeye değer denilen yerlere koşturuyorlar, her sarayı üç pencereli olsa bile görmeden geçmiyorlardı. Moskova’nın, Petersburg’un en sıradan evlerine eşdeğer ‘’vali konaklarını’’ bile görmeden geçmiyorlar, hayranlıkla bakıyorlardı. Rafael’in Madonna’sına budalaca bir merakla karşısında dikiliyorlardı diye Rus turistleri eleştirirken, İngiliz turistlerin ise kendinden emin, doğal merakını ise övmekte.
İlk istasyon Eydkunen’e varanlar, sahibini kaybeden küçük köpeklere benziyorlardı. Bunları şakadan yazdığımı belki de birilerini suçladığımı sanıyorsunuzdur, onca problemimiz varken bu konularla mı ilgileniyorsunuz diyebilirsiniz, ama hayır, ben haddimi bilirim. Kimseyi suçlamıyorum. Bana ülkenin problemleri ilgili bir görev verilse seve seve yaparım ama biz olmadan da her işi yapıyorlar. Boş yer yok, işler tutulmuş niye burnumu sokuyum diye esprili bir anlatımda bulunuyor.
Yazarımız uzun bir yolculuktan sonra nihayet Paris’e ulaşır. Paris için anlatacak fazla bir şey yok. Paris de her şeyin güvenliği sağlanmış. İnsanlar rahat son derece mutlu yaşıyorlar, rahat mutlu olduklarına kendilerini inandırmışlar diye ironide bulunuyor. Paris de rahat yaşayan belli bir kesim için o ne konfor, o ne rahatlık, o ne düzen..
Yazarın şu cümleleri çok dikkat çekici. Gerçekten yazarın şu söyledikleri normal mi diye düşünmekten insan kendisini alamıyor.
‘’Hak verin dostlarım. Notlarımın daha birinci bölümünde uyarmıştım sizi, belki de korkunç şeyler uyduracağımı, saçmalayacağımı söylemiştim. Neyse, bırakın beni de devam edeyim. Ayrıca yalan söylesem bile doğru söylediğime yürekten inanarak söyleyeceğimi de biliyorsunuz. Bence yeterde artar bile bu kadarı. Hadi serbest bırakın beni artık.’’
Gerçekten ilginç değil mi?
Yazar tam Paris’i anlatırken burada birden 8 gün kaldığı Londra anılarına geçiyor. Londra dıştan parlak görünümleri olan genelde düzensiz bir şehir. Londra için şehir keskin çizgilerle birbirinden ayrılmış ama her keskinlik bir arada yaşamanın bir yolunu bulmuş ama biri diğerine karışmıyor. Kaynaşmış gibi görünen şehir de makinaların uğultuları, evlerin damlarına hatta nerdeyse altlarına döşenmiş demirler, suyu zehirli akan Thames nehri, taş kömürü dumanı yüklü o hava, Whitechapel gibi korkunç köşeleri olanla (orada halk aç, çıplak, yabanidir), Londra da saray ve çevresinin parlaklığı büyük bir tezat teşkil ediyor.
Londra da, cumartesi akşamları yarım milyon işçi, çocukları ile beraber sokaklara dökülerek kentin bazı kesimlerinde toplanıp sabahın beşine kadar eğlenerek, hayvanlar gibi (yazarın tabiri) yer içer, geçen haftanın acısını çıkarırlar. Bütün bir hafta ağır şartlar altında çalışan bu insanlar, zil zurna hüzünlü bir sarhoşluk içinde küfrederek bütün kazandıkları paraları buralarda yerler. Eşleri de aynı durumdadır, çocuklarda anne babaları ile ortalıkta yuvarlanırlar.
Yazar yolunu kaybedip, tek kelime dahi İngilizce bilmeden bu rezil kalabalığın içine düşer. Sonunda yolunu bulur ama üç gün kendine gelemez, ürker. Böyle bir toplum bu şekilde uzun süre yaşayamaz diye bir sonuca varır.
Londra da bir şeye daha şahit olur. Londra’nın Haymarket bölgesinde (yani genelev kadınlarının bulunduğu bölge) iğne atsan yere düşmeyen gazinolar yer almaktadır. Yaşlısından gencine kadar kadınlar sokaklara doluşmuş, karşılarına çıkan her erkeğe rezilce (yine yazarın tabiri) saldırırlar. Bu kalabalıkta sarhoş serseri ile soylular yan yanadır.
Küçücük çocuklar aç, yalınayak, yırtık pırtık kıyafetler içinde annelerinin yanında buraya gelmektedirler. Bu korkunç kalabalığın içinde Katoliklik propagandası yapan papazlara da rastlanıyordu. Papazlar, bu yoksul insanları yedirip içirip Katolik yapmaya çalışıyorlardı.
Nikah pahalıya geldiği için bu yoksul insanların evlilikleri de yasadışıydı. Kocaların çoğunluğu karılarını kötü dövüp sakatlıyorlar, onların oralarını buralarını kızgın demirle dağlıyorlar, çocuklar daha büyümeden evden ayrılıyorlardı.
Ortodoks olan yazar burada İngiliz papazlarını kötülemekte adeta yerin dibine batırmaktadır. Bunlar Afrika da misyonerlik faaliyetlerinde bulunurken Londra da onlara verecek parası olmayan milyonlarca vahşiyi (yine yazarın tabiri) adeta görmezden gelmektedirler. Yani siz orayla uğraşacağınıza yanı başınızdaki bu insanları yola getirmeye uğraşın demek istiyor.
Yazar, bu şartlar altında Londra seyahatini bitirerek tekrar Paris’e geçiyor. Bu bölüm de Fransız burjuvazisinden bahsetmeye başlıyor. Şöyle bir cümleyle başlıyor. Yokum ben yeryüzünde yokum, bir köşeye sindim, saklandım, lütfen beni görmeyin, fark etmeyin, farketseniz bile, görmezden gelin lütfen, başınızı çevirip geçin.
Sinen kim peki dediğimizde burjuvazi olduğu anlaşılıyor.
Burjuva, köylü, işçi ya da soylu sınıfa dahil olmayıp, eğitimli, işveren statüsündeki kentlidir. Bu sınıf Marx tarafından kapitalist orta sınıf diye adlandırılır. Tarih boyunca mülkiyet hakkına önem veren burjuvalar bu hakkı korumak için daima diğer sınıflarla çatışmışlardır. Fransız devriminin gerçekleşmesinde burjuvazinin etkisi büyük olmuştur.1883 yılından itibaren ise bu kelime kapitalist, proletaryayı sömüren olarak tanımlanmıştır.
Beş döneme ayrılan Fransız ihtilali, 1789 yılında başlamış 1815 yılına kadar sürmüştür. En son dönem Konsül Dönemi. Üç kişilik konsülün başı olan Napolyon sonunda bütün yetkileri elinde toplar. Bu dönem 1804 e kadar devam eder. Napolyon sonunda kralcıların komplosunu bahane ederek 1804 yılında imparatorluğunu ilan eder. Daha sonraları 1852 de tahta geçen III. Napolyon işçi hareketleri karşısında bunalan burjuvanın desteğiyle iktidarının sağlamlaştırır.
Yazarın dediği gibi burjuvazi Napolyon’un arkasına saklandı. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik adı altında Fransız ihtilaline destek veren burjuva sonunda işler arzu ettiği gibi gitmeyince imparator Napolyon’a destek vermek zorunda kaldı. O günden bugüne burjuvanın bir eli yağda bir eli baldadır ama yine de elde ettiklerini kaybetme korkusu yaşamaktadır. Yazar yine burada bir çıkarsama yapıyor. En varlıklı, en rahat olan her şeyden korkar.
Kitap da Paris de dikkat çeken bir nokta da edebi eserlerde ve tiyatro eserlerinde konu koca, kadın ve sevgilisi üzereyken, Petersburg da ise koca ve kadın üzerinedir. Çünkü Paris de sevgililer denizde kum gibiyken, Petersburg da sevgili yoktur diye o tarihlerdeki Paris ve Petersburg’u karşılaştırıyor.
Parisli Burjuvanın tek derdi mülk edinmek çok para kazanmaktır. Cebini çok doldursun ki toplumda itibar kazansın. Burjuvazinin en çok korktuğu komünistler ve sosyalistlerdir.
Fransız devrimi özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarıyla yapıldı. Özgürlük nedir? Herkesin yasalar çerçevesinde her istediğini yapabilmesi için eşit hakka sahip olmasıdır. Her istediğini ne zaman yapabilir insan? Milyonları olunca yani parası olunca. Pekiyi özgürlük herkese birer milyon veriyor mu? Hayır. Milyonu olmayan insan nedir? Milyonu olmayan insan, her istediğini yapan değil, her istenenin yapıldığı insandır.
Özgürlükten başka bir eşitlik daha vardır. Yasalar önünde eşitlik ama şu durumda eşitlik Fransız için yüzkarasıdır.
Kardeşliğe gelince Batı kardeşliği insanlığı ileri götüren en yüce, en büyük güç olarak görür ama kardeşliğin kendiliğinden kurulacağının farkında değildir. Fransızların hatta batılıların hepsinde yaradılıştan kardeşlik duygusu yoktur. Onlarda herkesten başka olma tutkusu vardır. Kendisine her şeyden, herkesten çok değer verir. Kendisine bu kadar değer veren insanlarda kardeşlik duygusu olamaz. Gerçek kardeşlikte ben yoktur, biz vardır. Bu duygulardan yoksun olan Avrupalı istediğini savaşla alır. Belki değişebilirler ama bu hemen olamaz.
Aslında insan çıkar gözetmeden kendini insanlığa adamalı, her şeyini vermeli. Bu ise kendiliğinden olur,.
Bu çok istenendir ama tam bir ütopyadır. Çünkü Batılılar bencildir, kişisel haklarını kılıçla almaya alışmışdırlar. Bu durumdan umutsuzluğa kapılan komünistler, sosyalistler kardeşlikle neler elde edebileceklerini anlatıyor, dil döküyorlar.
Yazarın bütün bu olanlardan çıkardığı Sosyalizm bir gün gerçekleşecek olsa bile bu Fransa da olmayacak, başka bir ülkede gerçekleşecek diyor.
Evet, gerçekten de Fransa da olmadı ama yazarın ülkesinde oldu.
Sosyalistlerin sonunda umutsuzlukla sloganı şu şekilde değişir. Ya özgürlük, eşitlik, kardeşlik ya da ölüm. Yani adalet yoksa öyleyse yaşasın idam sehpası. Bu sosyalistlerin burjuva karşısında yenilmişliğini gösterir.
Kitabın yedinci bölümünde, Fransa da devrimci olaylar sırasında casusluk olağanüstü bir gelişme gösterdi diyen yazar bunun sebebi olarak Fransızlar doğuştan uşaktır diye Fransızları aşağılayıcı bir cümle kullanmaktan da çekinmiyor.
Aslında dünyada Paris’ten başkada bir yeri görmemiş olan bir Parisli yeryüzünün en üstün kişisi olduğuna inanır, Fransızların tek büyük özelliği güzel söz söyleme ve güzel konuşmaya olan eğilimleridir.
Yazarın Paris’te ziyaret ettiği yerlerden biride önce kilise olarak yapılan Fransız devrimi sırasında anıt mezara dönüştürülen Pantheon’dur. Pantheon da gömülen şahsiyetlerden bazıları Voltaire, Jean-Jacques Rousseau’dur. Bu iki insandan biri diğerini yalancı kötü insan olarak adlandırırken, öbürü de diğerini aptal olarak nitelendirmiştir ama ikisi yan yana yatmaktadırlar.
Fransız burjuvazisi ile ilgili ilginç bilgilerden biride burjuva karısını aldatmak isteğine kapıldığı zaman ona mabiş diyor. Seven kadının gönlü aşna-fişne (yazarın tabiri) isteyinceyse eşine bribri diyor. Bu durum Fransa da çok normaldir. Bribri sayısı da gittikçe artmaktadır. Bir Parisli evlenmeye karar verince kendi ekonomik durumuna eşit birini arar. İki tarafın frankları eşit ise evlenilir. Bunun sonucu olarak aşk evlilikleri giderek imkansızlaşmaktadır. Evlilik paraların birleşmesi olmuştur. Karşılıklı ilgi, düşkünlük aranmaz, başkalarıyla ilgilenmek normalleşir. Birbirlerine ayak bağı olmazlar.
Dostoyevski’nin bu kitabı bir Rus’un Avrupalılara özellikle Fransız ve İngilizlere bakış açısını öğrenmek bakımından çok önemli. Yalnız kitabı okumadan önce Fransız devrimi ve o tarihlerdeki İngiltere ve de Rusya ile ilgili bilgi sahibi olursanız kitabı daha kolaylıkla anlayabilirsiniz.
